22 Aralık 2019 Pazar

“Huzur, dönemin aydınlarının huzursuzluğunun romanıdır”


Yazar Beşir Ayvazoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” romanının, aslında Doğu ve Batı medeniyeti arasında sıkışmış kafası karışık aydınların yaşadığı huzursuzluğun romanı olduğunu ifade etti. Batılı manâda muhafazakârlığın, Türkiye’de algılandığı gibi dindarlık değil, tarihte ve kültürde devamlılığı savunmak, bu devamlılığı bozan toplum mühendisliklerine ve devrimlere ilkesel olarak karşı çıkmak olduğunu belirten Ayvazoğlu, “Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, dindar olmayan tipik muhafazakârlarlardır” dedi.

Yazar Beşir Ayvazoğlu, Ümraniye Kitap Fuarı etkinlikleri kapsamında “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mümtaz’ı” konulu söyleşide, Huzur romanı üzerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anlattı. Ayvazoğlu, romanda Mümtaz karakterinin Tanpınar’ı, Mümtaz’ın hocası İhsan’ın da, Tanpınar’ın hocası Yahya Kemal’i temsil ettiğini kaydetti.

“Ümraniye, böyle faaliyetlere acıkmış bir semt imiş”

Konuşmasına Ümraniye Kitap Fuarı’nı değerlendirerek başlayan Ayvazoğlu, “Bu, Ümraniye’de açılan ilk kitap fuarıymış. Ümraniye, niye bu kadar gecikti, bilmiyorum. Az önce birazcık gezme imkânı buldum; çok canlı gördüm doğrusu. Demek ki Ümraniye, böyle meselelere, böyle konulara, böyle faaliyetlere acıkmış bir semt imiş. Bunu, çok sevindirici bir gelişme olarak görüyorum” dedi.

“Huzur’daki musiki bahislerinden müstakil bir kitap olur”

Çok yönlü bir yazar olması sebebiyle Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında konuşmanın zor olduğunu belirten Ayvazoğlu, onun şair, yazar, fikir adamı, deneme yazarı, romancı, hikâyeci, edebiyat tarihçisi ve bir estet olduğunu söyledi.

Ayvazoğlu, “Meselâ Huzur romanını okuduğunuz zaman o kadar çok meseleyle karşı karşıya geliyorsunuz ki, bu adamın ihtisasının bu kadar geniş olması, hayretlere sevk ediyor. Bir bakıyorsunuz, Türk Musikisi hakkında yetkin bir şekilde konuşmaya başlıyor. Meselâ Huzur’da sadece Türk Musikisiyle ilgili bahisleri bir araya getirseniz, bu musiki üzerine, o musikinin mensupları; yani o musikiyi bilfiil icra edenlerin bile yazamayacakları seviyede enteresan yorumlarla karşılaşıyorsunuz. Küçük bir kitap olabilir; müstakil bir kitap olabilir” diye konuştu.

Musiki, resim ve edebiyat eleştirmeni Tanpınar

Ayvazoğlu, Tanpınar’ın Batı resmi hakkında çok sayıda eleştirisi olduğunu da hatırlatarak, onun aynı zamanda musiki, resim ve edebiyat eleştirmeni olduğunu kaydetti.

Tanpınar’ın yazılarının bir araya getirildiği “Yaşadığım Gibi” kitabı ile İstanbul, Bursa, Erzurum, Konya ve Ankara’yı anlattığı “Beş Şehir” kitabına işaret eden Ayvazoğlu, “Oradaki denemeleri okuduğunuz zaman, harikulade bir deneme yazarıyla karşı karşıya kalıyorsunuz” dedi.

“Babası, geniş imparatorluğun, ufku geniş bir bürokratıydı”

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, İstanbul’da doğmuş olmakla beraber, babası Hüseyin Efendi’nin bir Devlet-i Âliyye kadısı olduğunu belirterek, şunları söyledi:

“Öyle adamlardır ki bunlar, ‘Haydi buradan git’ derler, bir tayin ederler, imparatorluğun bir ucuna… Üsküp’ten alır, Yemen’in bilmem neresine tayin ederler. Kadı Hüseyin Efendi de imparatorluğun birçok yerinde, özellikle Orta Doğu’da, Musul’da, Kerkük’te kadılık yapmış çok önemli bir Osmanlı bürokratıdır. Hem babasının kültürel atmosferinde, hem de babasıyla birlikte gezdiği şehirlerin kültürel atmosferinde büyüyerek, bir bakıma imparatorluk terbiyesi almış bir yazardı. ‘İmparatorluk terbiyesi’ derken, çok mühim bir şeyden bahsediyorum. Bugün ufuklarımız, Türkiye’nin sınırlarıyla belirlenmiştir. Bir Osmanlı bürokratının, bir Osmanlı aydınının ufukları, ta Viyana’ya kadar uzanan, bir taraftan Kuzey Afrika’ya, Arabistan Yarımadasından Yemen’e uzanan, hatta Orta Asya’ya kadar uzanan bir coğrafyanın içinde hayal kurabiliyordu bu insanlar. Bugün her birine pasaportla girebildiğimiz ülkelere onlar, pasaportsuz olarak rahatlıkla seyahat edebiliyorlardı. Yani onların ufukları, dünya görüşleri çok daha genişti. Meseleleri çok daha geniş açıdan görebiliyorlardı; ama imparatorluğun inkıraz dönemi, çöküşe doğru hızla gidiş, birbiri ardına gelen savaşlar, ’93 Harbi, sonra Balkan Harbi, Balkan Harbi’nde imparatorluğun neredeyse bir kanadının (kaybedilişi) ki en önemli kanadıdır, Osmanlı Devleti bir Balkan devletidir aslında. Balkanları tamamen kaybedişimiz, ardından Birinci Dünya Harbi, Birinci Dünya Harbi’nde çöküşümüz, yok oluşumuz… Bütün bunları yaşamış bir neslin mensubu olarak çok sancılar çekmiş, kendi neslinin tamamının çektiği gibi çok sancılar çekmiş, o acıları derinliğine yaşamış bir adamdan söz ediyoruz.”

Aydınların kafalarının karışık olduğu dönem

O dönemin aydınlarının birçoğunun kafasının karışık olduğunu belirten Ayvazoğlu, Batıcıların, İslâmcıların, Türkçülerin; Türkçü İslâmcıların, Garpçı İslâmcıların her birinin kendine göre bir reçetesi olduğunu ve her birinin başka bir kurtuluş yolu denediğini anlattı.

Ayvazoğlu, “Bazılarının kafası iyice karışıyor. Meselâ Tevfik Fikret gibi, Beşir Fuad gibi, Abdullah Cevdet gibi, tamamen tarihten gelen, toplumun mensup olduğu medeniyetten gelen değerleri yok sayan, kurtuluşu sadece Batılılaşmakta bulan aydınlar da var” dedi.

“Tanpınar, 4 yıl Yahya Kemal’in talebesi oldu”

Ayvazoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Antalya’da liseyi bitirdikten sonra üniversite eğitimi için İstanbul’a geldiğini, Dârü’l-Fünûn’un önce felsefe şubesine girdiğini, Yahya Kemal’in edebiyat şubesinde Garp Edebiyatı okuttuğunu öğrendikten sonra da edebiyat şubesine geçtiğini anlattı. Ayvazoğlu, “Yani 4 yıl boyunca Dârü’l-Fünûn’da Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal’in talebesi oluyor” dedi.

Tanpınar’ın, mezun olduktan sonra Erzurum’a öğretmen olarak gittiğini, oradan Konya’ya gittiğini; Konya’dan da, cumhuriyetin kuruluş heyecanının, inkılaplarla Batı medeniyetine giriş serüveninin yaşandığı ilk yıllarda Ankara’ya gittiğini anlatan Ayvazoğlu, onun orta mekteplere muallim yetiştirmek amacıyla kurulmuş olan Gazi Terbiye Enstitüsü’nde Musiki Muallim Mektebi’nde hocalık yaptığını kaydetti.

“Yahya Kemal Tanpınar’ı Nevâ Kâr’la yeniden medeniyetimizle buluşturdu”

Ayvazoğlu, Tanpınar’ın Batı musikisiyle Musiki Muallim Mektebi’nde irtibat kurduğunu belirterek, “Kendi tabiriyle cezrî, eskiler cezrî derlerdi; radikal bir Garpçı oluyor. Hatta o yıllarda Ankara’da edebiyat ve Türkçe hocalarının katıldığı bir kongrede Divan Edebiyatı’na şiddetle hücum ederek, liselerden Divan Edebiyatı eğitiminin tamamen kaldırılmasını savunacak kadar Garpçılık yapıyor” dedi.

Tanpınar’ın bu tavrının 1934 yılına kadar devam ettiğini belirten Ayvazoğlu, 1924 yılında Urfa Milletvekiliyken önce Varşova’ya ardından Madrid’e elçi olarak tayin edilen Yahya Kemal’in 1933 yılında dönüşüyle birlikte Ahmet Hamdi Tanpınar ile Yahya Kemal Beyatlı’nın tekrar karşılaştıklarını anlattı.

Ayvazoğlu, birgün Yahya Kemal’in isteği üzerine Tanpınar’ın onunla birlikte Beyoğlu İstiklâl Caddesi’ndeki Darü’l-Elhan’a ( nağmehane / müzik evi / konservatuvar) gidip, taş plak kaydından Buhûrîzâde Mustafa Itrî’nin Nevâ Kâr bestesini beraberce ve iki kere dinlediklerini anlattı.

Ayvazoğlu, “Nevâ Kâr, Buhûrîzâde Mustafa Itrî’nin şaheserlerinden biri. Bir çeşit senfoni yani. Müthiş bir eser. Aşağı yukarı icrası 20 dakika filan sürüyor. Kâr formunda. En büyük formlardan biri. En büyük form, Mevlevî Ayini’dir biliyorsunuz. Ondan sonra kâr dediğimiz form gelir. Nevâ Kâr, nevâ makamında kâr demektir. Muhteşem bir eserdir hakikaten. Bizim musikimize kulağı alışkın olanlar için inanılmaz bir eserdir” diye konuştu.

Tanpınar’ın o zamana kadar Türk Musikisi ile bir ilişkisi olmadığını belirten Ayvazoğlu, “Ciddi mânâda bir dönüşüm yaşıyor orada” dedi.

Yahya Kemal’in o günlerde muhtemelen “Itrî” şiirini yazmakta olduğunu ifade eden Ayvazoğlu, ilk mısralarını okuyarak o şiiri hatırlattı:

Büyük Itrî'ye eskiler derler,
Bizim öz mûsıkîmizin pîri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.

Tâ Budin'den Irâk'a, Mısr'a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.

Tanpınar’ın o gün Nevâ Kâr’ı dinlerken, yeniden Yahya Kemal’in kültürel atmosferine dahil olduğunu belirten Ayvazoğlu, Yahya Kemal’in, Ankara’da cezrî / radikal bir Garpçı / Batıcı olan Tanpınar’ın, kısa sürede, içinden geldiğimiz medeniyetin meseleleriyle yeniden buluşmasını sağladığını söyledi. Ayvazoğlu, “Bu, büyük bir kazançtır bizim için” dedi.

Beşir Ayvazoğlu, sözlerine şöyle devam etti:

“(Tanpınar), bir yazısında diyor ki, ‘Ben, 1934 yılına kadar cezrî bir Garpçıydım / radikal bir Batıcıydım’ diyor. ‘1934’ten sonra şark’ı / Doğuyu keşfettim ve kendimize has bir şark yorumu vücuda getirerek, o şarkın içinde yaşamaya başladım’ diyor. İşte o yorum, yani Tanpınar’ın kendine has şark… Türk-İslâm şarkı tabii, Uzak Doğu’nun şarkı değil. Türk-İslâm, özellikle Osmanlı damgasını taşıyan şark. Böyle düşünmek lâzım. İşte ‘içinde yaşamaya başladığım bu şarkın sonuçlarından bir tanesi, Beş Şehir’dir, bir tanesi Huzur’dur ve hikâyelerimin birçoğudur’ diyor.”

Tanpınar’ın bu dönemde de radikal Batıcı olduğu dönemdeki sancılarının bitmiş olmadığını belirten Ayvazoğlu, birtakım soruların Tanpınar’ın kafasında canlı olarak durmakta olduğunu kaydetti.
Ayvazoğlu, sözlerine şöyle devam etti:

“Tanpınar’ın dramı, eşikten adımını atamamış adamın dramıdır”

“Sonuna doğru epeyce karışacaktır Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kafası; ama işte bu sorulara cevap aradığı, bu sancılarını dile getirdiği romanlarından bir tanesi, Huzur romanıdır. Aslında bir huzursuzluğun romanı; adı Huzur olmasına rağmen, aslında bir huzursuzluğun romanıdır. Yani şöyle denebilir: Eşikten adımını atamamış adamın dramı. İki kültür, iki medeniyet arasında sıkışmış, bu Daryush Shayegan’ın anlattığı, “Yaralı Bilinç” diye bir kitabı vardır, bilir misiniz? İranlı düşünür Daryush Shayegan… Orada ‘yaralı bilinç’ kavramı vardır. Kitabın adı da Yaralı Bilinç. Yani iki medeniyet arasında kalmış, hangisini tercih edeceği konusunda mütereddit, aklıyla bir tarafta, kalbiyle başka bir tarafta… Yani aklı başka bir şey söylerken, kalbi başka bir şey emreden, dolayısıyla Avrupa dışı bütün toplumların aydınlarının yaşadığı bir dram bu. Hâlâ yaşadığımız bir dram aslına bakarsanız. Belki itiraf etmiyoruz ama hâlâ derinliğine yaşıyoruz. Hâlâ, bu konular üzerinde düşünenlerin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sorduğu soruların daha aşırı uçlardaki soruları hâlâ canlı olarak duruyor.”

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, bu dramını, Huzur romanının başkahramanı Mümtaz’da canlandırdığını belirten Ayvazoğlu, Mümtaz’ın, Tanpınar’daki temsilcisi olduğunu kaydetti.

Ayvazoğlu, Mümtaz’ın romanda edebiyat fakültesinde asistanlık yapıp teziyle uğraşırken, bir yandan da Şeyh Galip hakkında bir roman yazmaya çalışan genç bir kahraman olduğunu söyledi.

Mümtaz’ın, 1. Dünya Savaşı’nın başlamak üzere olduğu bir dönemde, ülkenin medeniyet problemini tartıştığını ve sorular sorduğunu belirten Ayvazoğlu, “Romanın, bana sorarsanız, asıl kahramanı, Mümtaz’ı bir yana koyarsak asıl kahramanı İstanbul. Yani bir İstanbul romanıyla karşı karşıyayız. Huzur, bir İstanbul romanıdır. Evlenmek üzere olduğu sevgilisi Nuran vardır. Nuran da kültürlü bir kadın; ama Nuran’la çizilen kültürlü kadın, farklı bir tipoloji yansıtıyor bize. İstanbul’un köklü ailelerinden birinden gelen, dolayısıyla Osmanlı İstanbul’unun bütün kültürünü kendi uzviyetinde adeta biriktirmiş, haliyle, tavrıyla, yürüyüşüyle, konuşma tarzıyla, dünyaya bakış tarzıyla, başta Türk Musikisi olmak üzere ilgileriyle, her şeyiyle bir bakıma Yahya Kemal’in “Bir tepeden” şiirinde tasvir ettiği;

Irkın seni iklimine benzer yaratırken,
Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış
Tarihini aksettirebilsin diye çehren
Kaç fatihin altın kanı mermerle karışmış.

Diyor ya? Kaç fatihin altın kanının mermerle karışması gibi, bütün bir Osmanlı kültürünün, adeta o kadının şahsında tecessüm ettiği (cisimleştiği / vücut bulduğu) bir vakıadan söz ediyorum. Yani her şeyiyle yerli ve Türk bir hanımefendiyi tasvir ediyor. Bir bakıma İstanbul, Nuran’ın şahsında sembolize ediliyor. Mümtaz da öyle aslında; ama Mümtaz, onun kadar İstanbullu değil. İstanbul’u daha çok okuyarak ve gezerek öğrenmeye çalışan birisi.”

Mümtaz’ın hocası ve aynı zamanda akrabası olan İhsan’ın, romanda bir bakıma Tanpınar’ın hocası Yahya Kemal’in temsilcisi olarak çizildiğini belirten Ayvazoğlu, İhsan Hoca’nın romandaki özelliklerini de şöyle özetledi:

“Osmanlı tarihini ona anlatan, kendine has dünya politikasıyla ilgili enteresan fikirleri olan, bunları Mümtaz’la konuşan, karakteristik Paris’te tahsilini yapmış, Quartier Latin’de bir bakıma Fransız edebiyatı öğrenmiş, Fransız kültürüne ve düşüncesine vakıf bir adam.”

Ayvazoğlu, Mümtaz’la Nuran’ın bir aşk macerası yaşarken birlikte İstanbul’u gezdiklerini, Mümtaz’la Nuran’ın İstanbul üzerine konuşmalarının, kelimenin tam manâsıyla İstanbul kültürünü yansıtan, okuyucular için bir ders niteliği taşıyan konuşmalar olduğunu söyledi.

“Huzur’daki gezi güzergâhı, edebiyat turizmi için kullanılabilir”

Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anma programlarından bazılarının, Huzur romanında Mümtaz’la Nuran’ın gezilerinin güzergâhı takip edilerek, aynı mekânlarda aynı konuların bugüne göre konuşulduğuna işaret eden Ayvazoğlu, edebiyat turizmi açısından Huzur romanındaki gezi güzergâhının bir edebî güzergâh olarak turistik amaçlarla kullanılabileceğini dile getirdi.

Ayvazoğlu, “Gençlere tavsiye ediyorum özellikle; çok güzel, harika bir aşk hikâyesidir; ama İstanbul sevgisiyle beslenen, İstanbul sevgisiyle renklendirilmiş; İstanbul’a mı âşık, Nuran’a mı âşık Mümtaz, onun da tam anlaşılamadığı, o iki aşkı birlikte yaşadığınız harika bir gezi olarak okuyabilir, sonra da o geziyi kendi hayatınızda bizzat gerçekleştirebilirsiniz” dedi.

“Ahmet Hamdi Tanpınar’ın küçümsendiği zamanlar…”

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın küçümsendiği zamanlara da temas eden Ayvazoğlu, “Onun İstanbul’dan, tarihten, medeniyetten, Aziz Mahmud Hüdayi’den, Emir Sultan’dan, Bursa’dan bahsettiği zamanlarda bizim (Türkiye’nin) kültürel dünyamızın atmosferi, bunlarla hiç alâkalı değildi. Tam aksine bunları gerilik, hatta tırnak içinde “irtica” filan gibi görüyorlardı” dedi.

Ayvazoğlu, Tanpınar’ın önemi romanlarından biri olan “Mahur Beste”nin Ülkü Memuası’ndaki tefrikasının (her sayısında bir bölümünün yayınlanmasının) bu sebeplerle durdurulduğunu kaydetti.
“Millî Şef İsmet Paşa” döneminde kültür politikasının yapıcıları olan Hasan Ali Yücel, Ahmet Kutsi Tecer, Nurullah Ataç gibi isimlerin, Dârü’i-Fünûn’dan Tanpınar’ın en yakın arkadaşları olmalarına rağmen Tanpınar’dan ve eserlerinden hiç söz etmediklerine işaret eden Ayvazoğlu, sözlerine şöyle devam etti:

“En yakın arkadaşlarından bir tanesi, Sabahattin Eyüboğlu’dur. En yakın arkadaşlarından bir tanesi, bilirsiniz. Sabahattin Eyüboğlu, Tanpınar hakkında tek yazı yazmıştır, o da öldükten sonra. Nekroloji yazısı yani. (Ölen ünlü bir kişinin ölümünden hemen sonraki günlerde, genellikle gazete ve dergilerde, yakın çevresinde yer alan kişiler tarafından onun üstün niteliklerinin, erdemlerinin, çalışmalarının ve diğer özelliklerinin hatıra üslûbuyla anlatıldığı yazılar.)”

Tanpınar’ın dünya çapında sayılabilecek nitelikteki “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” isimli romanının birinci baskısının, 14-15 yılda bile tükenmediğini belirten Ayvazoğlu, şunları söyledi:

“Tanpınar literatürünü okuyucuya Mehmet Kaplan’ın talebeleri kazandırdı”

“Böyle dışlanan bir adam. ‘Kırtıpil’ (Değersiz, bayağı) lakabını takmışlar. Cemil Meriç’in Jurnal’ini okuyan varsa orada rastlamışsınızdır; diyor ki Jurnal’de, ‘Tanpınar’ın bazı yazılarını, kitaplarını okuduktan sonra onunla kafa dengi olduğumuzu, onunla anlaşabileceğimizi düşündüm, tanışmak istedim. Onu tanıyan dostlarımdan birisinden beni tanıştırmasını rica ettim. Dedi ki bana, ‘Bırak Allah aşkına! Salağın tekidir; canını sıkar’ dedi diyor. Jurnal’de bunu yazıyor. Hatta Turan Oflazoğlu da Türk Edebiyatı Vakfı’nda bir konuşma yapmıştı. Tanpınar söz konusu olunca, ‘Yaa bizim zamanımızda hiç ciddiye alınmazdı o’ dedi. Niye ciddiye alınmazdı? Çünkü Millî Şef devri kültür politikası, tamamen Ege’ye, Ege sularına yelken açmıştı. Yani Hümanist kültür politikası uygulanıyordu. O klasikler tercümesi de tamamen Hümanist kültür politikasının istikametinde, tamamen Antik Yunan’dan başlayarak, aydınlanma dönemine kadar Batı düşüncesini yansıtan bir program dahilinde yayınlanmıştır. Araya Şark Klasikleri de sıkıştırılmıştır, yiğidi öldür hakkını teslim et. O seride Şark Klasikleri de vardır. Meselâ ilk defa Veled Çelebi İzbudak tercümesinden Mevlânâ’yı bizim milletimiz, o klasikler sayesinde okudu. Bunu da kaydetmek lâzım. Feridüddin Attar’ı, Muhyiddin Arabî’yi vesaire, ilk defa Türk okuyucusu, Türkçe tercüme olarak o klasikler sayesinde okudu; ama onlar, arada şöyle bir renk olarak duruyordu. Asıl manâsıyla, dediğim gibi, Antik Yunan’dan aydınlanma çağına kadar, belli bir tarihten sonra da özellikle pozitivist literatürü ağırlıklı olarak yansıtacak şekilde yapılan bir tercüme faaliyetidir. 1939 yılında yapılan neşriyat kongresinde hazırlanan raporlardan sadece hümanist kültüre müteallik (ait, ilgili) olanların uygulamaya konulması konusunda emir çıkarılmıştır. Ondan sonra biliyorsunuz, Hasan Ali Yücel’in o kültür politikası uygulandı. O kültür politikasının yarattığı atmosferde, Tanpınar’ın Osmanlı tarihinden, medeniyetinden, tasavvuftan, Şeyh Galib’den, Baki’den, Fuzuli’den filan bahsetmesi, hiç kimsenin umurunda bile değildi. Hem kimse ilgilenmiyordu, etkilenmiyordu bunlardan, hem de biri bunlardan bahsettiği için dışlanıyordu. Ta ki 1980’lerin başına kadar. Ama Tanpınar’ın talebesi Mehmet Kaplan, Türkoloji’de okutuyordu. Tanpınar’ın kitapları da Kaplan’ın talebeleri tarafından yayımlandı, biliyorsunuz. Meselâ, az önce bahsettim ya, çok önemsediğim “Yaşadığım Gibi”, denemelerinin bir araya getirildiği harika bir kitaptır. Gençlere mutlaka okumalarını tavsiye ederim. O kitaptaki yazıları derleyen, Kaplan’ın asistanlarından Birol Emil Hoca’dır. Halen hayatta. Mektuplarını derleyen, Zeynep Kerman’dır, Kaplan Hoca’nın asistanlarından. Daha sonra günlüklerini yayına hazırlayanlar… Eski yazı el yazısı çok kötüdür. Yıllarca uğraştılar Zeynep Hanım’la İnci Hanım. Yani Tanpınar literatürünü Türk okuyucusuna kazandıranlar, Türkoloji’de Mehmet Kaplan’ın talebeleri oldu.”

“Solun Tanpınar kavgasından sonra Tanpınar okunmaya başlandı”

Daha sonra sol entelektüellerin Ahmet Hamdi Tanpınar’la ilgilenmeye başladığını belirten Ayvazoğlu, felsefeci Selahattin Hilav’ın Yeni Ortam gazetesinde Tanpınar hakkında bir seri yazı yazdığını, Tanpınar’ın bazı eserlerindeki bazı fikirlerinden hareketle onu bir sosyalist olarak tasvir ettiğini anlattı. Bunun üzerine Şair, Yazar Hilmi Yavuz’un “Yeni A” dergisinde “Tanpınar’ın solculuğu efsanesi” yazısıyla Selahaddin Hilav’a cevap verdiğini kaydeden Ayvazoğlu, “Derken sol yazarlar arasında bir Tanpınar kavgası, münakaşası başladı. Derken okudular; ‘Bu adam kim yahu?’ filan diye ve birden bire müthiş bir Tanpınar merakı ve modası başladı ve herkes Tanpınar okumaya başladı. Hâlâ okunuyor ve her yıl birkaç kitap çıkıyor, biliyorsunuz” diye konuştu.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sonuna kadar kafası karışık bir adam olduğunun altını çizen Ayvazoğlu, “O günlüklerinin son bölümlerini okuduğunuz zaman, yavaş yavaş o hani radikal Batıcı olduğu dönemlerden bahsettim ya, Yahya Kemal’den uzak yaşadığı, mezun olduğu 1924 yılından ta 1933 yılına kadar aşağı yukarı 10 yıl Yahya Kemal’den uzak yaşayıp radikal bir Batıcı olduğu dönemdeki havasına girmeye başlamıştı. Zaten o dışlanmış olmaktan, kendi tabiriyle “sükût suikastına”, bu tabire dikkat edin, kendisi günlüklerinde söylüyor, “sükût suikastına” uğradığını söylüyor. Yani aleyhinde yazmazsanız, lehinde de yazmazsanız, onu sükût suikastına maruz bırakmış olursunuz.

“Sükût suikastına uğramış kafası karışık bir adam”

Tanpınar, işte 1980 yılına kadar sükût suikastına uğradı. Sadece Türkoloji çevresi ve bazı muhafazakâr aydınlar, Ahmet Hamdi Tanpınar’la ilgilendiler. Yakın zamanlara kadar alay ederlerdi. Hatta öyle alay eden, şimdi meşhur bir yazarın bir yazısına ben, Tercüman gazetesinde cevap vermiştim. Tanpınar’la dalga geçiyor yani. Ama hakikaten kafası çok karışık olmakla beraber, hatta 27 Mayıs’ı çok hararetle desteklemiş, 27 Mayıs’tan sonra yazdığı yazılarda bir entelektüele yakışmayacak, çok ağır, neredeyse tüm Demokrat Parti’lilerin idamını isteyecek kadar ağır yazılar da yazmış bir adam. Hakikaten kafası karışık. Bunlar, soğuk savaş tek parti dönemi adamları. Onların kafaları, bugün bizim anladığımız manâda kafalardan çok farklı kafalardı. Yani öyle düşünmek lâzım. O son zamanlardaki düşüncelerini, yazılarını paranteze almak; ama onu, Huzur’u yazmış, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü, Mahur Beste’yi, Sahnenin Dışındakileri yazmış, 19. Asır Türk Edebiyatı’nı yazmış, Beş Şehir’i yazmış adam; sürekli düşünen, sorular soran, sorular sorduğu için onlara cevap ararken çok enteresan düşünceler geliştiren bir adam olarak bakmak, yani ondan beslenmek, okumak ama daima her yazarı okurken yapacağımız gibi eleştirel olarak okumakta fayda vardır.”

‘Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek’

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bütün bu sancılarını, tereddütlerini, fikirlerindeki git gellerini Huzur romanında Mümtaz’ın şahsında müşahede etmenin mümkün olduğunu ifade eden Ayvazoğlu, “Ama genel hatlarıyla okuduğunuz zaman Tanpınar’ın Huzur romanını, onun temel bir görüşü savunduğunu görürsünüz. O da meşhur, ‘Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek’ mottosunda özetlenen devamlılık anlayışıdır” dedi.

Tanpınar’ın o görüşünden hareket ederek kendisine bakıldığı zaman, yazılarında anlattıklarıyla hayatındaki davranışlar arasında ciddi bir çelişki olduğunun görülebildiğini ifade eden Ayvazoğlu, “ ‘Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek’ mottosu, aslına bakarsanız, Batılı manâda muhafazakârlığın ana düşüncesini temsil eder” dedi.

“Tanpınar, kültürde devamlılığı savunan tipik bir muhafazakârdır”

“Batılı manâda muhafazakârlıkla bizim muhafazakârlığımız farklıdır” diyen Ayvazoğlu, Türkiye’de muhafazakârlığın daha çok dinî manâda muhafazakârlık olarak anlaşıldığını kaydetti.

Ayvazoğlu, “Dinî tarafı hiç kuvvetli olmayan muhafazakârlar da vardır. Meselâ Abdülhak Şinasi Hisar, tipik bir muhafazakârdır. Yahya Kemal de tipik bir muhafazakârdır. Bu adamlara ‘dindar’ filan diyemeyiz. Muhafazakârlık, kültürde devamlılığı savunan, dolayısıyla, bu devamlılığı kesintiye uğratacak toplum mühendisliklerine ilkesel olarak, prensip olarak karşı olan adamların duruşu” diye konuştu.

Ayvazolu, muhafazakârlığın bir ideoloji değil bir felsefî arka plan olduğunu belirterek, “Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, Abdülhak Şinasi Hisar gibi Yahya Kemal gibi adamlar, bu manâda tipik muhafazakârdırlar” dedi.

Beşir Ayvazoğlu, konuşmasını, ‘tarihte devamlılık’ ve ‘muhafazakârlık’ kavramlarını açıklayarak, şöyle tamamladı:

“Tarihte ve kültürde devamlılığı savunmak; Aziz Mahmud Hüdayi’nin yetişmesi için Akşemseddin’in gelmesi gerekiyordu. Akşemseddin’in var olması için Süleyman Çelebi’nin olması, Süleyman Çelebi’nin olması için Yunus Emre’nin olması gerekiyordu. Şeyh Galib’in yetişmesi için mutlaka ne bileyim Nailî’nin, Bakî’nin, Fuzulî’nin olması gerekiyordu. Yani bütün bunlar, bir devamlılık halinde birbirinin içinde devam ederek; yani Bergson’cu manâda ‘ânın içinde bütün bir geçmişi yekûn halinde muhafaza etmek’ anlamına gelen Bergson’cu manâda bir kültürel devamlılığı ve tarihsel sürekliliği ifade ediyor.

İşte toplumsal mühendislikler, devrimler, bu sürekliliği sekteye uğratan, dolayısıyla kültürel manâda kırılmalar yaratarak travmalara yol açan süreçler olarak yaşanır. Tanpınar’ın düşüncesine baktığınız zaman, Huzur’da olsun, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, Mahur Beste’de vesaire, bu sürekliliği savunuyor; fakat hayatına baktınız zaman biraz farklı davranışlar içinde görüyoruz. Tanpınar, böyle enteresan bir adam. Sürekli okunarak yeni zenginlikleri keşfedilen bir yazardır.”

Hiç yorum yok: