Yazar Beşir Ayvazoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” romanının, aslında Doğu ve Batı medeniyeti arasında sıkışmış kafası karışık aydınların yaşadığı huzursuzluğun romanı olduğunu ifade etti. Batılı manâda muhafazakârlığın, Türkiye’de algılandığı gibi dindarlık değil, tarihte ve kültürde devamlılığı savunmak, bu devamlılığı bozan toplum mühendisliklerine ve devrimlere ilkesel olarak karşı çıkmak olduğunu belirten Ayvazoğlu, “Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, dindar olmayan tipik muhafazakârlarlardır” dedi.
Yazar Beşir Ayvazoğlu, Ümraniye Kitap Fuarı etkinlikleri
kapsamında “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mümtaz’ı” konulu söyleşide, Huzur romanı
üzerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anlattı. Ayvazoğlu, romanda Mümtaz
karakterinin Tanpınar’ı, Mümtaz’ın hocası İhsan’ın da, Tanpınar’ın hocası Yahya
Kemal’i temsil ettiğini kaydetti.
“Ümraniye, böyle
faaliyetlere acıkmış bir semt imiş”
Konuşmasına Ümraniye Kitap Fuarı’nı değerlendirerek başlayan
Ayvazoğlu, “Bu, Ümraniye’de açılan ilk kitap fuarıymış. Ümraniye, niye bu kadar
gecikti, bilmiyorum. Az önce birazcık gezme imkânı buldum; çok canlı gördüm
doğrusu. Demek ki Ümraniye, böyle meselelere, böyle konulara, böyle
faaliyetlere acıkmış bir semt imiş. Bunu, çok sevindirici bir gelişme olarak
görüyorum” dedi.
“Huzur’daki musiki
bahislerinden müstakil bir kitap olur”
Çok yönlü bir yazar olması sebebiyle Ahmet Hamdi Tanpınar
hakkında konuşmanın zor olduğunu belirten Ayvazoğlu, onun şair, yazar, fikir
adamı, deneme yazarı, romancı, hikâyeci, edebiyat tarihçisi ve bir estet
olduğunu söyledi.
Ayvazoğlu, “Meselâ Huzur romanını okuduğunuz zaman o kadar
çok meseleyle karşı karşıya geliyorsunuz ki, bu adamın ihtisasının bu kadar
geniş olması, hayretlere sevk ediyor. Bir bakıyorsunuz, Türk Musikisi hakkında
yetkin bir şekilde konuşmaya başlıyor. Meselâ Huzur’da sadece Türk Musikisiyle
ilgili bahisleri bir araya getirseniz, bu musiki üzerine, o musikinin
mensupları; yani o musikiyi bilfiil icra edenlerin bile yazamayacakları
seviyede enteresan yorumlarla karşılaşıyorsunuz. Küçük bir kitap olabilir;
müstakil bir kitap olabilir” diye konuştu.
Musiki, resim ve
edebiyat eleştirmeni Tanpınar
Ayvazoğlu, Tanpınar’ın Batı resmi hakkında çok sayıda
eleştirisi olduğunu da hatırlatarak, onun aynı zamanda musiki, resim ve
edebiyat eleştirmeni olduğunu kaydetti.
Tanpınar’ın yazılarının bir araya getirildiği “Yaşadığım
Gibi” kitabı ile İstanbul, Bursa, Erzurum, Konya ve Ankara’yı anlattığı “Beş
Şehir” kitabına işaret eden Ayvazoğlu, “Oradaki denemeleri okuduğunuz zaman,
harikulade bir deneme yazarıyla karşı karşıya kalıyorsunuz” dedi.
“Babası, geniş
imparatorluğun, ufku geniş bir bürokratıydı”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, İstanbul’da doğmuş olmakla beraber,
babası Hüseyin Efendi’nin bir Devlet-i Âliyye kadısı olduğunu belirterek,
şunları söyledi:
“Öyle adamlardır ki bunlar, ‘Haydi buradan git’ derler, bir
tayin ederler, imparatorluğun bir ucuna… Üsküp’ten alır, Yemen’in bilmem
neresine tayin ederler. Kadı Hüseyin Efendi de imparatorluğun birçok yerinde,
özellikle Orta Doğu’da, Musul’da, Kerkük’te kadılık yapmış çok önemli bir
Osmanlı bürokratıdır. Hem babasının kültürel atmosferinde, hem de babasıyla
birlikte gezdiği şehirlerin kültürel atmosferinde büyüyerek, bir bakıma
imparatorluk terbiyesi almış bir yazardı. ‘İmparatorluk terbiyesi’ derken, çok
mühim bir şeyden bahsediyorum. Bugün ufuklarımız, Türkiye’nin sınırlarıyla belirlenmiştir.
Bir Osmanlı bürokratının, bir Osmanlı aydınının ufukları, ta Viyana’ya kadar
uzanan, bir taraftan Kuzey Afrika’ya, Arabistan Yarımadasından Yemen’e uzanan,
hatta Orta Asya’ya kadar uzanan bir coğrafyanın içinde hayal kurabiliyordu bu
insanlar. Bugün her birine pasaportla girebildiğimiz ülkelere onlar,
pasaportsuz olarak rahatlıkla seyahat edebiliyorlardı. Yani onların ufukları,
dünya görüşleri çok daha genişti. Meseleleri çok daha geniş açıdan
görebiliyorlardı; ama imparatorluğun inkıraz dönemi, çöküşe doğru hızla gidiş,
birbiri ardına gelen savaşlar, ’93 Harbi, sonra Balkan Harbi, Balkan Harbi’nde
imparatorluğun neredeyse bir kanadının (kaybedilişi) ki en önemli kanadıdır,
Osmanlı Devleti bir Balkan devletidir aslında. Balkanları tamamen kaybedişimiz,
ardından Birinci Dünya Harbi, Birinci Dünya Harbi’nde çöküşümüz, yok oluşumuz…
Bütün bunları yaşamış bir neslin mensubu olarak çok sancılar çekmiş, kendi
neslinin tamamının çektiği gibi çok sancılar çekmiş, o acıları derinliğine
yaşamış bir adamdan söz ediyoruz.”
Aydınların
kafalarının karışık olduğu dönem
O dönemin aydınlarının birçoğunun kafasının karışık olduğunu
belirten Ayvazoğlu, Batıcıların, İslâmcıların, Türkçülerin; Türkçü
İslâmcıların, Garpçı İslâmcıların her birinin kendine göre bir reçetesi
olduğunu ve her birinin başka bir kurtuluş yolu denediğini anlattı.
Ayvazoğlu, “Bazılarının kafası iyice karışıyor. Meselâ
Tevfik Fikret gibi, Beşir Fuad gibi, Abdullah Cevdet gibi, tamamen tarihten
gelen, toplumun mensup olduğu medeniyetten gelen değerleri yok sayan, kurtuluşu
sadece Batılılaşmakta bulan aydınlar da var” dedi.
“Tanpınar, 4 yıl
Yahya Kemal’in talebesi oldu”
Ayvazoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Antalya’da liseyi
bitirdikten sonra üniversite eğitimi için İstanbul’a geldiğini, Dârü’l-Fünûn’un
önce felsefe şubesine girdiğini, Yahya Kemal’in edebiyat şubesinde Garp
Edebiyatı okuttuğunu öğrendikten sonra da edebiyat şubesine geçtiğini anlattı. Ayvazoğlu,
“Yani 4 yıl boyunca Dârü’l-Fünûn’da Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal’in
talebesi oluyor” dedi.
Tanpınar’ın, mezun olduktan sonra Erzurum’a öğretmen olarak
gittiğini, oradan Konya’ya gittiğini; Konya’dan da, cumhuriyetin kuruluş
heyecanının, inkılaplarla Batı medeniyetine giriş serüveninin yaşandığı ilk
yıllarda Ankara’ya gittiğini anlatan Ayvazoğlu, onun orta mekteplere muallim
yetiştirmek amacıyla kurulmuş olan Gazi Terbiye Enstitüsü’nde Musiki Muallim
Mektebi’nde hocalık yaptığını kaydetti.
“Yahya Kemal
Tanpınar’ı Nevâ Kâr’la yeniden medeniyetimizle buluşturdu”
Ayvazoğlu, Tanpınar’ın Batı musikisiyle Musiki Muallim
Mektebi’nde irtibat kurduğunu belirterek, “Kendi tabiriyle cezrî, eskiler cezrî
derlerdi; radikal bir Garpçı oluyor. Hatta o yıllarda Ankara’da edebiyat ve
Türkçe hocalarının katıldığı bir kongrede Divan Edebiyatı’na şiddetle hücum ederek,
liselerden Divan Edebiyatı eğitiminin tamamen kaldırılmasını savunacak kadar
Garpçılık yapıyor” dedi.
Tanpınar’ın bu tavrının 1934 yılına kadar devam ettiğini
belirten Ayvazoğlu, 1924 yılında Urfa Milletvekiliyken önce Varşova’ya ardından
Madrid’e elçi olarak tayin edilen Yahya Kemal’in 1933 yılında dönüşüyle
birlikte Ahmet Hamdi Tanpınar ile Yahya Kemal Beyatlı’nın tekrar
karşılaştıklarını anlattı.
Ayvazoğlu, birgün Yahya Kemal’in isteği üzerine Tanpınar’ın
onunla birlikte Beyoğlu İstiklâl Caddesi’ndeki Darü’l-Elhan’a ( nağmehane /
müzik evi / konservatuvar) gidip, taş plak kaydından Buhûrîzâde Mustafa
Itrî’nin Nevâ Kâr bestesini beraberce ve iki kere dinlediklerini anlattı.
Ayvazoğlu, “Nevâ Kâr, Buhûrîzâde Mustafa Itrî’nin
şaheserlerinden biri. Bir çeşit senfoni yani. Müthiş bir eser. Aşağı yukarı
icrası 20 dakika filan sürüyor. Kâr formunda. En büyük formlardan biri. En
büyük form, Mevlevî Ayini’dir biliyorsunuz. Ondan sonra kâr dediğimiz form
gelir. Nevâ Kâr, nevâ makamında kâr demektir. Muhteşem bir eserdir hakikaten.
Bizim musikimize kulağı alışkın olanlar için inanılmaz bir eserdir” diye
konuştu.
Tanpınar’ın o zamana kadar Türk Musikisi ile bir ilişkisi
olmadığını belirten Ayvazoğlu, “Ciddi mânâda bir dönüşüm yaşıyor orada” dedi.
Yahya Kemal’in o günlerde muhtemelen “Itrî” şiirini yazmakta
olduğunu ifade eden Ayvazoğlu, ilk mısralarını okuyarak o şiiri hatırlattı:
Büyük Itrî'ye eskiler derler,
Bizim öz mûsıkîmizin pîri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.
Tâ Budin'den Irâk'a, Mısr'a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Tanpınar’ın o gün Nevâ Kâr’ı dinlerken, yeniden Yahya
Kemal’in kültürel atmosferine dahil olduğunu belirten Ayvazoğlu, Yahya
Kemal’in, Ankara’da cezrî / radikal bir Garpçı / Batıcı olan Tanpınar’ın, kısa
sürede, içinden geldiğimiz medeniyetin meseleleriyle yeniden buluşmasını
sağladığını söyledi. Ayvazoğlu, “Bu, büyük bir kazançtır bizim için” dedi.
Beşir Ayvazoğlu, sözlerine şöyle devam etti:
“(Tanpınar), bir yazısında diyor ki, ‘Ben, 1934 yılına kadar
cezrî bir Garpçıydım / radikal bir Batıcıydım’ diyor. ‘1934’ten sonra şark’ı /
Doğuyu keşfettim ve kendimize has bir şark yorumu vücuda getirerek, o şarkın
içinde yaşamaya başladım’ diyor. İşte o yorum, yani Tanpınar’ın kendine has
şark… Türk-İslâm şarkı tabii, Uzak Doğu’nun şarkı değil. Türk-İslâm, özellikle
Osmanlı damgasını taşıyan şark. Böyle düşünmek lâzım. İşte ‘içinde yaşamaya
başladığım bu şarkın sonuçlarından bir tanesi, Beş Şehir’dir, bir tanesi
Huzur’dur ve hikâyelerimin birçoğudur’ diyor.”
Tanpınar’ın bu dönemde de radikal Batıcı olduğu dönemdeki
sancılarının bitmiş olmadığını belirten Ayvazoğlu, birtakım soruların
Tanpınar’ın kafasında canlı olarak durmakta olduğunu kaydetti.
Ayvazoğlu, sözlerine şöyle devam etti:
“Tanpınar’ın dramı,
eşikten adımını atamamış adamın dramıdır”
“Sonuna doğru epeyce karışacaktır Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
kafası; ama işte bu sorulara cevap aradığı, bu sancılarını dile getirdiği
romanlarından bir tanesi, Huzur romanıdır. Aslında bir huzursuzluğun romanı;
adı Huzur olmasına rağmen, aslında bir huzursuzluğun romanıdır. Yani şöyle
denebilir: Eşikten adımını atamamış adamın dramı. İki kültür, iki medeniyet
arasında sıkışmış, bu Daryush Shayegan’ın anlattığı, “Yaralı Bilinç” diye bir
kitabı vardır, bilir misiniz? İranlı düşünür Daryush Shayegan… Orada ‘yaralı
bilinç’ kavramı vardır. Kitabın adı da Yaralı Bilinç. Yani iki medeniyet
arasında kalmış, hangisini tercih edeceği konusunda mütereddit, aklıyla bir
tarafta, kalbiyle başka bir tarafta… Yani aklı başka bir şey söylerken, kalbi
başka bir şey emreden, dolayısıyla Avrupa dışı bütün toplumların aydınlarının
yaşadığı bir dram bu. Hâlâ yaşadığımız bir dram aslına bakarsanız. Belki itiraf
etmiyoruz ama hâlâ derinliğine yaşıyoruz. Hâlâ, bu konular üzerinde
düşünenlerin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sorduğu soruların daha aşırı uçlardaki
soruları hâlâ canlı olarak duruyor.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, bu dramını, Huzur romanının başkahramanı
Mümtaz’da canlandırdığını belirten Ayvazoğlu, Mümtaz’ın, Tanpınar’daki
temsilcisi olduğunu kaydetti.
Ayvazoğlu, Mümtaz’ın romanda edebiyat fakültesinde
asistanlık yapıp teziyle uğraşırken, bir yandan da Şeyh Galip hakkında bir
roman yazmaya çalışan genç bir kahraman olduğunu söyledi.
Mümtaz’ın, 1. Dünya Savaşı’nın başlamak üzere olduğu bir
dönemde, ülkenin medeniyet problemini tartıştığını ve sorular sorduğunu
belirten Ayvazoğlu, “Romanın, bana sorarsanız, asıl kahramanı, Mümtaz’ı bir
yana koyarsak asıl kahramanı İstanbul. Yani bir İstanbul romanıyla karşı
karşıyayız. Huzur, bir İstanbul romanıdır. Evlenmek üzere olduğu sevgilisi
Nuran vardır. Nuran da kültürlü bir kadın; ama Nuran’la çizilen kültürlü kadın,
farklı bir tipoloji yansıtıyor bize. İstanbul’un köklü ailelerinden birinden
gelen, dolayısıyla Osmanlı İstanbul’unun bütün kültürünü kendi uzviyetinde
adeta biriktirmiş, haliyle, tavrıyla, yürüyüşüyle, konuşma tarzıyla, dünyaya
bakış tarzıyla, başta Türk Musikisi olmak üzere ilgileriyle, her şeyiyle bir
bakıma Yahya Kemal’in “Bir tepeden” şiirinde tasvir ettiği;
Irkın seni iklimine benzer yaratırken,
Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış
Tarihini aksettirebilsin diye çehren
Kaç fatihin altın kanı mermerle karışmış.
Diyor ya? Kaç fatihin altın kanının mermerle karışması gibi,
bütün bir Osmanlı kültürünün, adeta o kadının şahsında tecessüm ettiği (cisimleştiği
/ vücut bulduğu) bir vakıadan söz ediyorum. Yani her şeyiyle yerli ve Türk bir
hanımefendiyi tasvir ediyor. Bir bakıma İstanbul, Nuran’ın şahsında sembolize
ediliyor. Mümtaz da öyle aslında; ama Mümtaz, onun kadar İstanbullu değil.
İstanbul’u daha çok okuyarak ve gezerek öğrenmeye çalışan birisi.”
Mümtaz’ın hocası ve aynı zamanda akrabası olan İhsan’ın,
romanda bir bakıma Tanpınar’ın hocası Yahya Kemal’in temsilcisi olarak
çizildiğini belirten Ayvazoğlu, İhsan Hoca’nın romandaki özelliklerini de şöyle
özetledi:
“Osmanlı tarihini ona anlatan, kendine has dünya
politikasıyla ilgili enteresan fikirleri olan, bunları Mümtaz’la konuşan,
karakteristik Paris’te tahsilini yapmış, Quartier Latin’de bir bakıma Fransız
edebiyatı öğrenmiş, Fransız kültürüne ve düşüncesine vakıf bir adam.”
Ayvazoğlu, Mümtaz’la Nuran’ın bir aşk macerası yaşarken
birlikte İstanbul’u gezdiklerini, Mümtaz’la Nuran’ın İstanbul üzerine
konuşmalarının, kelimenin tam manâsıyla İstanbul kültürünü yansıtan, okuyucular
için bir ders niteliği taşıyan konuşmalar olduğunu söyledi.
“Huzur’daki gezi
güzergâhı, edebiyat turizmi için kullanılabilir”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anma programlarından bazılarının,
Huzur romanında Mümtaz’la Nuran’ın gezilerinin güzergâhı takip edilerek, aynı
mekânlarda aynı konuların bugüne göre konuşulduğuna işaret eden Ayvazoğlu,
edebiyat turizmi açısından Huzur romanındaki gezi güzergâhının bir edebî
güzergâh olarak turistik amaçlarla kullanılabileceğini dile getirdi.
Ayvazoğlu, “Gençlere tavsiye ediyorum özellikle; çok güzel,
harika bir aşk hikâyesidir; ama İstanbul sevgisiyle beslenen, İstanbul
sevgisiyle renklendirilmiş; İstanbul’a mı âşık, Nuran’a mı âşık Mümtaz, onun da
tam anlaşılamadığı, o iki aşkı birlikte yaşadığınız harika bir gezi olarak
okuyabilir, sonra da o geziyi kendi hayatınızda bizzat gerçekleştirebilirsiniz”
dedi.
“Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın küçümsendiği zamanlar…”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın küçümsendiği zamanlara da temas eden
Ayvazoğlu, “Onun İstanbul’dan, tarihten, medeniyetten, Aziz Mahmud Hüdayi’den,
Emir Sultan’dan, Bursa’dan bahsettiği zamanlarda bizim (Türkiye’nin) kültürel
dünyamızın atmosferi, bunlarla hiç alâkalı değildi. Tam aksine bunları gerilik,
hatta tırnak içinde “irtica” filan gibi görüyorlardı” dedi.
Ayvazoğlu, Tanpınar’ın önemi romanlarından biri olan “Mahur
Beste”nin Ülkü Memuası’ndaki tefrikasının (her sayısında bir bölümünün
yayınlanmasının) bu sebeplerle durdurulduğunu kaydetti.
“Millî Şef İsmet Paşa” döneminde kültür politikasının
yapıcıları olan Hasan Ali Yücel, Ahmet Kutsi Tecer, Nurullah Ataç gibi isimlerin,
Dârü’i-Fünûn’dan Tanpınar’ın en yakın arkadaşları olmalarına rağmen
Tanpınar’dan ve eserlerinden hiç söz etmediklerine işaret eden Ayvazoğlu,
sözlerine şöyle devam etti:
“En yakın arkadaşlarından bir tanesi, Sabahattin
Eyüboğlu’dur. En yakın arkadaşlarından bir tanesi, bilirsiniz. Sabahattin
Eyüboğlu, Tanpınar hakkında tek yazı yazmıştır, o da öldükten sonra. Nekroloji
yazısı yani. (Ölen ünlü bir kişinin ölümünden hemen sonraki günlerde,
genellikle gazete ve dergilerde, yakın çevresinde yer alan kişiler tarafından
onun üstün niteliklerinin, erdemlerinin, çalışmalarının ve diğer özelliklerinin
hatıra üslûbuyla anlatıldığı yazılar.)”
Tanpınar’ın dünya çapında sayılabilecek nitelikteki
“Saatleri Ayarlama Enstitüsü” isimli romanının birinci baskısının, 14-15 yılda
bile tükenmediğini belirten Ayvazoğlu, şunları söyledi:
“Tanpınar
literatürünü okuyucuya Mehmet Kaplan’ın talebeleri kazandırdı”
“Böyle dışlanan bir adam. ‘Kırtıpil’ (Değersiz, bayağı)
lakabını takmışlar. Cemil Meriç’in Jurnal’ini okuyan varsa orada
rastlamışsınızdır; diyor ki Jurnal’de, ‘Tanpınar’ın bazı yazılarını,
kitaplarını okuduktan sonra onunla kafa dengi olduğumuzu, onunla
anlaşabileceğimizi düşündüm, tanışmak istedim. Onu tanıyan dostlarımdan
birisinden beni tanıştırmasını rica ettim. Dedi ki bana, ‘Bırak Allah aşkına! Salağın
tekidir; canını sıkar’ dedi diyor. Jurnal’de bunu yazıyor. Hatta Turan
Oflazoğlu da Türk Edebiyatı Vakfı’nda bir konuşma yapmıştı. Tanpınar söz konusu
olunca, ‘Yaa bizim zamanımızda hiç ciddiye alınmazdı o’ dedi. Niye ciddiye
alınmazdı? Çünkü Millî Şef devri kültür politikası, tamamen Ege’ye, Ege
sularına yelken açmıştı. Yani Hümanist kültür politikası uygulanıyordu. O
klasikler tercümesi de tamamen Hümanist kültür politikasının istikametinde,
tamamen Antik Yunan’dan başlayarak, aydınlanma dönemine kadar Batı düşüncesini
yansıtan bir program dahilinde yayınlanmıştır. Araya Şark Klasikleri de
sıkıştırılmıştır, yiğidi öldür hakkını teslim et. O seride Şark Klasikleri de
vardır. Meselâ ilk defa Veled Çelebi İzbudak tercümesinden Mevlânâ’yı bizim
milletimiz, o klasikler sayesinde okudu. Bunu da kaydetmek lâzım. Feridüddin
Attar’ı, Muhyiddin Arabî’yi vesaire, ilk defa Türk okuyucusu, Türkçe tercüme
olarak o klasikler sayesinde okudu; ama onlar, arada şöyle bir renk olarak
duruyordu. Asıl manâsıyla, dediğim gibi, Antik Yunan’dan aydınlanma çağına
kadar, belli bir tarihten sonra da özellikle pozitivist literatürü ağırlıklı
olarak yansıtacak şekilde yapılan bir tercüme faaliyetidir. 1939 yılında
yapılan neşriyat kongresinde hazırlanan raporlardan sadece hümanist kültüre
müteallik (ait, ilgili) olanların uygulamaya konulması konusunda emir
çıkarılmıştır. Ondan sonra biliyorsunuz, Hasan Ali Yücel’in o kültür politikası
uygulandı. O kültür politikasının yarattığı atmosferde, Tanpınar’ın Osmanlı
tarihinden, medeniyetinden, tasavvuftan, Şeyh Galib’den, Baki’den, Fuzuli’den
filan bahsetmesi, hiç kimsenin umurunda bile değildi. Hem kimse ilgilenmiyordu,
etkilenmiyordu bunlardan, hem de biri bunlardan bahsettiği için dışlanıyordu.
Ta ki 1980’lerin başına kadar. Ama Tanpınar’ın talebesi Mehmet Kaplan,
Türkoloji’de okutuyordu. Tanpınar’ın kitapları da Kaplan’ın talebeleri
tarafından yayımlandı, biliyorsunuz. Meselâ, az önce bahsettim ya, çok
önemsediğim “Yaşadığım Gibi”, denemelerinin bir araya getirildiği harika bir
kitaptır. Gençlere mutlaka okumalarını tavsiye ederim. O kitaptaki yazıları
derleyen, Kaplan’ın asistanlarından Birol Emil Hoca’dır. Halen hayatta.
Mektuplarını derleyen, Zeynep Kerman’dır, Kaplan Hoca’nın asistanlarından. Daha
sonra günlüklerini yayına hazırlayanlar… Eski yazı el yazısı çok kötüdür. Yıllarca
uğraştılar Zeynep Hanım’la İnci Hanım. Yani Tanpınar literatürünü Türk
okuyucusuna kazandıranlar, Türkoloji’de Mehmet Kaplan’ın talebeleri oldu.”
“Solun Tanpınar
kavgasından sonra Tanpınar okunmaya başlandı”
Daha sonra sol entelektüellerin Ahmet Hamdi Tanpınar’la
ilgilenmeye başladığını belirten Ayvazoğlu, felsefeci Selahattin Hilav’ın Yeni
Ortam gazetesinde Tanpınar hakkında bir seri yazı yazdığını, Tanpınar’ın bazı
eserlerindeki bazı fikirlerinden hareketle onu bir sosyalist olarak tasvir
ettiğini anlattı. Bunun üzerine Şair, Yazar Hilmi Yavuz’un “Yeni A” dergisinde
“Tanpınar’ın solculuğu efsanesi” yazısıyla Selahaddin Hilav’a cevap verdiğini
kaydeden Ayvazoğlu, “Derken sol yazarlar arasında bir Tanpınar kavgası,
münakaşası başladı. Derken okudular; ‘Bu adam kim yahu?’ filan diye ve birden
bire müthiş bir Tanpınar merakı ve modası başladı ve herkes Tanpınar okumaya
başladı. Hâlâ okunuyor ve her yıl birkaç kitap çıkıyor, biliyorsunuz” diye
konuştu.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sonuna kadar kafası karışık bir adam
olduğunun altını çizen Ayvazoğlu, “O günlüklerinin son bölümlerini okuduğunuz
zaman, yavaş yavaş o hani radikal Batıcı olduğu dönemlerden bahsettim ya, Yahya
Kemal’den uzak yaşadığı, mezun olduğu 1924 yılından ta 1933 yılına kadar aşağı
yukarı 10 yıl Yahya Kemal’den uzak yaşayıp radikal bir Batıcı olduğu dönemdeki
havasına girmeye başlamıştı. Zaten o dışlanmış olmaktan, kendi tabiriyle “sükût
suikastına”, bu tabire dikkat edin, kendisi günlüklerinde söylüyor, “sükût
suikastına” uğradığını söylüyor. Yani aleyhinde yazmazsanız, lehinde de
yazmazsanız, onu sükût suikastına maruz bırakmış olursunuz.
“Sükût suikastına
uğramış kafası karışık bir adam”
Tanpınar, işte 1980 yılına kadar sükût suikastına uğradı.
Sadece Türkoloji çevresi ve bazı muhafazakâr aydınlar, Ahmet Hamdi Tanpınar’la
ilgilendiler. Yakın zamanlara kadar alay ederlerdi. Hatta öyle alay eden, şimdi
meşhur bir yazarın bir yazısına ben, Tercüman gazetesinde cevap vermiştim.
Tanpınar’la dalga geçiyor yani. Ama hakikaten kafası çok karışık olmakla
beraber, hatta 27 Mayıs’ı çok hararetle desteklemiş, 27 Mayıs’tan sonra yazdığı
yazılarda bir entelektüele yakışmayacak, çok ağır, neredeyse tüm Demokrat
Parti’lilerin idamını isteyecek kadar ağır yazılar da yazmış bir adam.
Hakikaten kafası karışık. Bunlar, soğuk savaş tek parti dönemi adamları.
Onların kafaları, bugün bizim anladığımız manâda kafalardan çok farklı
kafalardı. Yani öyle düşünmek lâzım. O son zamanlardaki düşüncelerini,
yazılarını paranteze almak; ama onu, Huzur’u yazmış, Saatleri Ayarlama
Enstitüsü’nü, Mahur Beste’yi, Sahnenin Dışındakileri yazmış, 19. Asır Türk
Edebiyatı’nı yazmış, Beş Şehir’i yazmış adam; sürekli düşünen, sorular soran,
sorular sorduğu için onlara cevap ararken çok enteresan düşünceler geliştiren
bir adam olarak bakmak, yani ondan beslenmek, okumak ama daima her yazarı
okurken yapacağımız gibi eleştirel olarak okumakta fayda vardır.”
‘Devam ederek
değişmek, değişerek devam etmek’
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bütün bu sancılarını, tereddütlerini,
fikirlerindeki git gellerini Huzur romanında Mümtaz’ın şahsında müşahede
etmenin mümkün olduğunu ifade eden Ayvazoğlu, “Ama genel hatlarıyla okuduğunuz
zaman Tanpınar’ın Huzur romanını, onun temel bir görüşü savunduğunu görürsünüz.
O da meşhur, ‘Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek’ mottosunda
özetlenen devamlılık anlayışıdır” dedi.
Tanpınar’ın o görüşünden hareket ederek kendisine bakıldığı
zaman, yazılarında anlattıklarıyla hayatındaki davranışlar arasında ciddi bir
çelişki olduğunun görülebildiğini ifade eden Ayvazoğlu, “ ‘Devam ederek
değişmek, değişerek devam etmek’ mottosu, aslına bakarsanız, Batılı manâda
muhafazakârlığın ana düşüncesini temsil eder” dedi.
“Tanpınar, kültürde
devamlılığı savunan tipik bir muhafazakârdır”
“Batılı manâda muhafazakârlıkla bizim muhafazakârlığımız
farklıdır” diyen Ayvazoğlu, Türkiye’de muhafazakârlığın daha çok dinî manâda
muhafazakârlık olarak anlaşıldığını kaydetti.
Ayvazoğlu, “Dinî tarafı hiç kuvvetli olmayan muhafazakârlar
da vardır. Meselâ Abdülhak Şinasi Hisar, tipik bir muhafazakârdır. Yahya Kemal
de tipik bir muhafazakârdır. Bu adamlara ‘dindar’ filan diyemeyiz.
Muhafazakârlık, kültürde devamlılığı savunan, dolayısıyla, bu devamlılığı
kesintiye uğratacak toplum mühendisliklerine ilkesel olarak, prensip olarak
karşı olan adamların duruşu” diye konuştu.
Ayvazolu, muhafazakârlığın bir ideoloji değil bir felsefî
arka plan olduğunu belirterek, “Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, Abdülhak Şinasi
Hisar gibi Yahya Kemal gibi adamlar, bu manâda tipik muhafazakârdırlar” dedi.
Beşir Ayvazoğlu, konuşmasını, ‘tarihte devamlılık’ ve
‘muhafazakârlık’ kavramlarını açıklayarak, şöyle tamamladı:
“Tarihte ve kültürde devamlılığı savunmak; Aziz Mahmud
Hüdayi’nin yetişmesi için Akşemseddin’in gelmesi gerekiyordu. Akşemseddin’in
var olması için Süleyman Çelebi’nin olması, Süleyman Çelebi’nin olması için
Yunus Emre’nin olması gerekiyordu. Şeyh Galib’in yetişmesi için mutlaka ne
bileyim Nailî’nin, Bakî’nin, Fuzulî’nin olması gerekiyordu. Yani bütün bunlar,
bir devamlılık halinde birbirinin içinde devam ederek; yani Bergson’cu manâda ‘ânın
içinde bütün bir geçmişi yekûn halinde muhafaza etmek’ anlamına gelen Bergson’cu
manâda bir kültürel devamlılığı ve tarihsel sürekliliği ifade ediyor.
İşte toplumsal mühendislikler, devrimler, bu sürekliliği
sekteye uğratan, dolayısıyla kültürel manâda kırılmalar yaratarak travmalara
yol açan süreçler olarak yaşanır. Tanpınar’ın düşüncesine baktığınız zaman,
Huzur’da olsun, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, Mahur Beste’de vesaire, bu
sürekliliği savunuyor; fakat hayatına baktınız zaman biraz farklı davranışlar
içinde görüyoruz. Tanpınar, böyle enteresan bir adam. Sürekli okunarak yeni
zenginlikleri keşfedilen bir yazardır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder