25 Eylül 2018 Salı

İmparatorluk tarihinden iki tasarım efsanesi:
Topkapı ve Dolmabahçe Sarayları

Ayşe Dural

“Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” diye klasik bir söz vardır. Bu sorunun yanıtının mutlak bir doğrusu yoktur; ama şu bir gerçek ki, önce bilgilenip sonra da gezmenin sonsuz faydaları var. Topkapı ve Dolmabahçe saraylarını birkaç kez gezmeme rağmen tekrar keşfetme isteği duydum. İşte önceden bilgilenmek, bu keşfim sırasında çok yararlı oldu. Rehberim, Prof. Önder Küçükerman’ın “Bir İmparatorluk İki Saray” isimli kitabıydı. Ali Konyalı’nın eşsiz fotoğraflarının bulunduğu kitabı, birkaç gün zevkle inceledim. Daha önce hiç dikkat etmediğim ayrıntılarla farklı bir yaklaşım sunuyordu. Ufkumu açan yön, günümüzün yükselen trendi tasarım penceresinden bakmak oldu. İşin çok zevkli ve bir o kadar da bilinmeyen bu tarafını çok sevdim.

“Saraylar, ülkedeki sanayi mantığını, üretimi değiştiren en önemli prototiplerdir. Oyunun sahnelendiği ikna edici; yaratıcılık, sanat ve endüstrinin teşvik edildiği yerlerdir. Yani her şey önce sarayda başlar, sonra ülkeye, dolayısıyla da ekonomiye, ticarete yansır.” Prof. Küçekerman’ın bu sözleri, aklımızda yola çıkarak Topkapı Sarayı’ndan başlayalım, genel bilgilerimizi artırmaya.

Bir ürün kataloğu: Topkapı Sarayı

Topkapı Sarayı, Doğu’nun idolü olmak üzere kurulmuş ve 350 yıl kullanılmış. Küçekerman’ın şu tanımlaması geliyor hemen akla: “Topkapı Sarayı, Doğu’ya dayanan bir kimlik üzerine inşa edilmiş dev bir tasarım merkeziydi.” Çünkü her padişah, ayrı bir kurumsal kimlik yaratmış. Bunu gerçekleştirenler de Kapalıçarşı esnafı, yani özel bir ekip olarak zanaatkârlar, Ehl-i Hiref kadrosudur. Bunların gücü, Doğu’nun sanatına yöneltilmiş ve Topkapı Sarayı’nda onların eliyle pek çok prototip yaratılmış. Meselâ padişaha bir giysi gerektiğinde sarayın tasarım ustaları olan Ehl-i Hiref, hemen bu giysiyi tasarlar, sonra prototipi onaylanır, daha sonra da Bursa tezgâhı devreye girerdi; çünkü Bursa, Topkapı Sarayı için ipekli üreten bir şehirdi. Böylece bir akım, bir moda doğardı. Bu da ekonomiyi canlandırırdı. Bu nedenle Topkapı Sarayı’na bir ürün kataloğu demek, yanlış olmaz. Yine Küçükerman yanımızda beliriyor hemen: “Bunu en iyi gösteren şey, Topkapı Sarayı’ndaki her şeyin tek olmasıdır. Birbirinin eşi olan iki şey yoktur. Dolayısıyla eğer bir yerde her şey tekse orası araştırma yapılan bir laboratuvardır. Topkapı Sarayı, bilinen en eski Doğu kimliğini Batı’ya karşı cephe açarak geliştiren ama bu iş için de önemli sanayi yatırımları kararları alınan bir yerdir.” Topkapı Sarayı’nda halı ve sedirin üstünlüğü vardır. Gezerken hiç dikkat ettiniz mi? Mobilya ve merdiven yoktur bu sarayda. Topkapı Sarayı, doğanın sarayıdır. Kuş sesi, at sesi, insan sesi, rüzgâr sesi vardır. Kısacası doğa için kurulmuş bir saraydır. Yürürken sessizlik ya da kuşlar eşlik eder size. At nallarının çıkardığı sesleri duyarsınız, çok uzaklardan. Doğu’nun tüm binaları, tek katlı bu sarayı bütün ihtişamıyla süsleye dursun, Batı’da endüstri devrimi, tüm hayatı değiştirmeye başlamıştır. Eh, bu durumdan elbette Topkapı Sarayı da nasibini alacaktır. Zaten 3. Selim döneminde başlayan değişim rüzgârları, Dolmabahçe Sarayı’nın yapılmasını elzem kılmıştır. “Dolmabahçe, 1850’lerin sanayi devriminin Türkiye’ye getirilmesi için kurulan bir kimlik kataloğudur.” diye fısıldıyor, Küçükerman.

Dolmabahçe’de her şey çoktur

50 bin objesi ve yüzlerce odasıyla Dolmabahçe Sarayı’na her şey Batı’dan geliyor ama Osmanlı’ya uygun şekilde yapılıyor. Artık bu sarayda geleneksel Ehl-i Hiref yok. Her şey yurt dışından geliyor, her şey bir anda değişiyor. İskemle, masa, ısıtma sistemi, merdiven, hepsi Dolmabahçe Sarayı’nda arz-ı endam etmeye başlıyorlar.

Dolmabahçe’de sedir yok; çünkü değişim, mobilyayı gerektirmiştir. Dolmabahçe Sarayı’nda her şey çoktur. Öbür tarafta merdiven mi yok? Burada var. Üstelik canlı. Öbür tarafta masa mı yok? Burada alâsı var. Topkapı Sarayı’nda ısıtma sistemi yok, burada yüksek basınçla çalışan kalorifer sistemi var. Yani kısaca Dolmabahçe Sarayı, bir teknoloji hikâyesidir.

Bu saray, bir anlamda geleneği yıkmak için Pera’yı yaratıyor. Galata’da Bankerler Caddesi’ni kuruyor. Yine Küçükerman’a kulak verelim: “Topkapı Sarayı döneminde kadınlar pantolon, erkekler etek giyiyor. Dolmabahçe dönemine gelince, bu sefer tam tersi oluyor ve erkekler, üniforma giyiyorlar. Bunun ne biçim bir değişim olduğunu tahmin edemezsiniz. ‘Herkes fes takacak’ deniyor; ama böyle kumaş yok. Yapacak fabrika da yok. O yüzden Feshane kuruluyor. Dönüştürüyor hayat. Mobilya, kıyafet, pencere değişiyor. Harem de değişiyor, 3 katlı oluyor. Tramvay geliyor. Topkapı’da kadınların ata binmesi, erkeklerin de arabaya binmesi yasak. Dolmabahçe Sarayı’nın girişi ise, arabaya uygun yapılmıştır. Artık padişah, arabayla geliyor.”

1840-1856 yılları arasında yapılan Dolmabahçe Sarayı, tam 25 yıl boyunca o dönemin sahnelendiği yer oluyor.

Bir sultanın yatak odası

Ufuk açan bu bilgilerden sonra sarayları ziyaret etmemek olmaz. Bu bir keşif gezisi olacak. Daha önce bilinmeyen ya da dikkat edilemeyen detayları, objeleri paylaşacağız sizinle.

Harem, başka bir dünya... Aşkların, entrikaların, kıskançlıkların yaşandığı Harem, Osmanlı tarihine de tanıklık ediyor. Harem’den kalan en güzel odalardan biri de 1578 yılında Mimar Sinan tarafından tasarlanan ve inşa edilen 3. Murad’ın Has Odası. 16. Yüzyılın tüm görkemini yansıtan oda, mavi renkli çinilerin arasına serpiştirilmiş mercan kırmızısı çinileriyle büyüleyici. Burada kullanılan çiniler, bu yapıdan sonra başka yerde kullanılmamış. Başınız yukarı kaldırıp kubbeye de bakmanızı öneririz. Klasik motiflerle süslenmiş kubbe, muhteşem. Bakır yaşmaklı ocağın tam karşısında ise gömme olarak yapılmış 3 kademeli mermer bir çeşme, göze çarpıyor. Bu gün bile şırıl şırıl akan sularıyla geçmişten nice yankılar uyandıran bu çeşmeler, o dönemde, içerideki konuşmaların dışarıdan duyulmaması için açık bırakılırmış. Sedef kakmalı dolaplar, ahşap işçiliğinin en güzel örneklerini veren kapılar da ayrıca dikkat çekici.

Üç asır, üç oda

Eğer Osmanlı’nı 3 yüzyılını kıyaslamak istiyorsanız, yine harem’deki 3 odayı gezebilirsiniz. Hünkâr Sofası, 1. Ahmed Has Odası ve 3. Ahmed’in Yemek Odası. Ya da bilinen diğer adıyla Yemiş Odası. 16. Yüzyıl sonlarında 3. Murad tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Hünkâr Sofası, Harem’in en büyük ve gösterişli odası. 17 Yüzyıl özellikleri de 1. Ahmed Has Odası’nda görülebilir. Yemiş Odası, çeşit çeşit meyve ve çiçek resimleriyle girdiğiniz anda içiniz açıyor. 3. Ahmed tarafından 1705-1706 yılları arasında yaptırılmış. Dönemin tasarım anlayışının değiştiğini gösteren Yemiş Odası, iç süslemeler bakımından çok zengin.

Porselen, halı ve cam üçlemesi

Sarayda halı ve tavan, her ikisi de aynı ölçüde ve anlamda olmak zorundaydı. Topkapı Sarayı ile birlikte çoğunlukla Anadolu’da aile ihtiyacını karşılayan halıcılık, boyut değiştirdi ve İstanbul’da saray halıları geleneği ortaya çıktı. Sarayda çalışan halı üstadları eliyle gelenekselin dışına çıkılarak özel ve yepyeni saray tasarımları yaratıldı. Topkapı Sarayı’nda Doğu’nun en iyi cam ustalığını da görebilirsiniz. Saraya imparatorluğun camcılık merkezi de denilebilir. Sarayın kapalı mekânlarını gezerken başınız hep havada olsun; çünkü ‘Tepedeki Işık’ günün farklı saatlerine göre size “Merhaba” diyecek. “Bu saraydaki 5 yüz yıl önceki pencereler, yüzlerce yıl boyunca kullanılacak olan “Tepedeki Işık” kavramını yarattı. Bu ışığın yansıdığı pencereler, kubbeler, vitray dediğimiz camlardı. İlk tepe pencereleri, küçük ve az sayıdaki renkli camlarla yapılıyordu. Küçük fırınlarda, küçük boyutlarla yapılan cam levhalar, bütün teknik zorluklarına karşılık ‘Tepedeki Işık’ olarak mekân tasarımına yeni boyutlar getiriyordu.” diyor, Küçükerman.

Hünkâr Hamamı kubbesi, Harem girişinde Valide Sultan Dairesi girişinde, Hünkâr Sofası’nda, Sünnet Odası ve Ağalar Koridoru’nda “Tepedeki Işık”ı saçan camların en güzel örneklerine rastlayabilirsiniz. Küçükerman’dan edindiğimiz bilgilere göre Topkapı Sarayı’nda 10 bin 700 parça Çin porseleni koleksiyonu bulunuyor. Bu konuda Küçükerman’dan ilginç bir anekdot aktaralım: “Sarayda camın olmadığı dönemde Çin malı porselen kullanılıyor. Sarayda daha etiketi çıkarılmamış porselenler var; fakat bazı Çin porselenleri de kırılıyor. O kadar değerli, ki porselenler, kırılanların atılması yasak. Daha sonra sarayın ustaları, başka şekilde bunları birleştirerek buhurdanlık gibi gereçler yapıyorlar.”

Çiniler

Topkapı Sarayı’nın çinileri, Osmanlı çini sanatının tüm dönemlerini toplu olarak gözler önüne seriyor. Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan, şimdi Arkeoloji Müzeleri bahçesinde yer alan Çinili Köşk (1472) anıtsal bir yapı. 16. Yüzyılın 2. yarısının en kaliteli çinilerinin bulunduğu bölümlerden biri de Hırka-i Saadet Dairesi… 1640 tarihli sünnet odasının cephesini ise çeşitli dönemlere ait çiniler süsler.

Tılsımlı gömlekler

Tılsımlı ya da “şifalı gömlekler”, Topkapı Sarayı’nın en gözde koleksiyonları arasında. Sarayda 87 adet tılsımlı gömlek, bir takma yaka, 5 takke, 10 yazılı örtüden oluşan yaklaşık 100 civarında bir koleksiyon mevcut. Padişahlar, savaşa giderken üzerine şifreli bir şekilde fetih suresinin işlendiği bu gömlekleri zırhlarının altına giyiyorlardı. Kişiyi türlü kötülüklerden koruduğuna, hastalara şifa verdiğine inanılan “şifalı gömlekler”, konuşan tarih niteliğinde. Göleklere dair ilk bilgiye Kur’ân-ı Kerîm’deki Yusuf Suresi’nde rastlanıyor. Surede Yusuf Peygamberin kardeşlerine vererek babası Yakup Peygambere gönderdiği bir gömlekten bahsedilir. Yakup Peygamber, bunu yüzüne sürünce, ağlamaktan görmez olan gözleri açılır. Bir rivayete göre de Cebrail’in Nemrut tarafından ateşe atılan İbrahim Peygambere Allah’ın emriyle cennetten getirip giydirdiği çok ince bir gömlektir. Gömlek, İbrahim’den çocuklarına kalır. Yakup Peygamber de onu bir muska içine koyarak gizlice oğlu Yusuf’un boynuna takar. Kardeşleri, kıskançlıktan Yusuf’u kuyuya attıkları zaman da Cebrail, gömleği muskadan çıkarıp ona giydirir. Koleksiyondaki en erken tarihli gömlek, Cem Sultan’a ait. Gömleklerdeki yazılar, genellikle geometrik şekiller içine ya da hiçbir geometrik bölünme olmadan düz satırlar halinde zemine yazılmış. Gömlek yüzeyine kare, dikdörtgen, baklava, daire, yarım daire, üçgen şekilleri çiziliyor, içleri ayrıca karelere bölünerek içine rakamlar ve harfler yazılıyormuş. Ebced hesabına göre Arap alfabesindeki her harfin sayısal bir değeri vardır. Harflerin dizilişine göre hesap edilerek Kur’ân’ın istenilen ayeti, gizemli şekilde ifade edilmiş.

İstikamet Dolmabahçe

Topkapı Sarayı’nın ardından, hiç vakit kaybetmeden Dolmabahçe’nin yolunu tutmak gerek. Bilgiler tazeyken karşılaştırma yapmak çok daha kolay. Batı endüstrisinin Descartesçı matematiksel mutlak ve endüstri proseslerine göre yapılmış bu sarayda Topkapı’da olmayan her şey var. Sultan Abdülmecid tarafından yapımı emredilen Dolmabahçe Sarayı, kısa sürede günlük yaşamı ve yaşam içindeki ürünleri etkilemeye başlamıştır. Paris ve Londra yeniliğin, Kapalıçarşı ise geleneğin simgesiydi. İşte Dolmabahçe, bu gerçekler üzerinde kurulmuştur. Tek bir mimarî anlayışa dayanmayan, karışık üslûpta bir mimarî tarz içeren Dolmabahçe Sarayı’nın kara tarafı, yüksek duvarlarla çevrili. Bu tarafta 2 ana ve 7 tali girişi, deniz tarafında ise 5 yalı kapısı var.

Saray tiyatrosunun açılışı Naum tiyatrosunun sahnelendiği Luigi Ricci’nin “Scaramuccia” operasının ilk perdesiyle başlamış ve “Chasse De Diane” (Diana’nın Avı) balesiyle sona ermiş. Zaman içinde ilk Türkçe oyunlar da burada yazılmış ve sahnelenmiş. Tam manâsıyla Avrupa tipi bir saraya giriyorsunuz yani. Mimarı Balyan ailesinden Garabet Kalfa. İçte 45 bin metrekarelik kullanılabilir alan, 285 oda, 46 salon, 6 hamam ve 68 tuvaletle 4454 metrekare serili halı bulunuyor.

İlklerin sarayı…

Bu sarayda pek çok şey, ilk kez yapılmış. Çok karmaşık merdivenler, ahşap doğramanın en gelişmiş örnekleri ve düz cam teknolojisi; modern, vitraysız ve büyük boyutlu pencereler; ısıtma sistemi… Harem, tek katlı değil, adeta bir apartman gibi tasarlanmış. Dış ülkelerin hükümdar veya prensleri için “Muayede Salonu”, “Büyükelçiler Salonları” gibi adlarla, Topkapı Sarayı’nda olmayan mekânlar yaratılmış. Topkapı Sarayı’nda hiç olmayan masa, iskemle ve dolap, Dolmabahçe Sarayı ile arz-ı endam etmeye başlamış. Hatta belki de İstanbul’daki ilk fiskos koltuklara ev sahipliği yapmış bu saray. Bu açıdan sarayın bütününde yeni yaşam tarzının simgelerini görebilirsiniz.

Düz beyaz camlar

Dolmabahçe Sarayı’nda “cam”, büyüler insanı. Kristaller, camın o aydınlık yünü yansıtır. Vitraylı pencerelere ise hiç rastlamazsınız. İşte bir keşif daha! Topkapı Sarayı’nda tepedeki ışığı ve küçük camları hatırladınız, değil mi? Fakat bir gün sanayi devrimi, 50x50 boyutlarında cam yaptı ve artık modern pencereler, vitraysızdı. O yüzden Dolmabahçe Sarayı’nda bir tane bile geleneksel vitray yoktur.

Kristal piyano

Camdan bir köşkte her mevsim rüya gibi geçer herhalde. Burası, Dolmabahçe Sarayı’ndaki en önemli mekânlardan biridir. Maden ve camın çağdaş yorumlarının tek başına kullanıldığını keşfedersiniz burada. Sarayın dış dünyaya açılan penceresidir Camlı Köşk. Geleneksel Osmanlı saray düzeni içindeki Alay Köşkü’nün Dolmabahçe Sarayı’ndaki karşılığı olarak nitelendirilir. Sultanlar, buradan resm-i geçitleri izlerlerdi. Camlı Köşk’ün esas mekânı olan ana salonda Osmanlı karakteri ağır basıyor. Buradaki önemli keşfiniz, Gaveau marka piyano olacak. Piyano deyip geçmeyin. Kristal bir iyano bu. Geçen yüzyılın cam sanatının çok özgün bir örneği olan piyanonun iskemlesi de kesme kristal camlarla yapılmış.

750 ampullük dev avize

Saray için Almanlar ve Çekoslovaklar, özel cam eserler hazırlamış. Saray’da 52 adet kristal avize, 30 bronz avize 142 çeitli tavan askısı, 60 kristal şamdan var. En önemli avize, Muayede Salonu’nda. Salonun 4 köşesinde kaideleri renkli somaki mermer ve gövdeleri kristalden şamdanlar, yine gövdeleri gümüşten, karşılıklı sütun şamdanlar ve 4,5 ton ağırlığındaki avize, salonun aydınlatılmasını sağlıyor. Kubbeden sarkan 750 ampulü olan avize, İngiltere Kraliçesi Victoria tarafından hediye edilmiş. İlk yıllarda, aydınlatma için kandil, sonra hava gazı, daha sonra da elektrik kullanılmış. Bu dev kristal avize, İngiltere’ye sipariş edilmiş; çünkü burada, Topkapı Sarayı’nda bulunan “Tepedeki Işık” yoktur artık. “Tepedeki Işık” yerini yurt dışına sipariş edilen avizelere ve çeşitli aydınlatma araçlarına bırakmıştır.

(“İstanbul 2010” dergisi, bahar 2010, sayı 2)

Hiç yorum yok: