Mehmed Akif Ersoy’un yazdığı İstiklâl Marşı, 99 yıl önce bugün, 12 Mart 1921’de, Mustafa Kemal’in başkanlığını yaptığı meclis oturumunda millî marş olarak kabul edilmişti. Mehmed Akif, millî mücadelenin ne büyük zorluklarla kazanıldığını ifade etmek için, “Allah bu millete yeniden bir millî marş yazdırmasın” demişti.
“Millî Marş” yarışması
ve Akif’in şiiri
Yunan ordusunun iki koldan taarruza geçtiği bir dönemdir.
Türk Ordusu, sadece askerî güce değil, manevî desteğe de ihtiyaç duymaktadır.
Türk Ordusuna millî bir şevk ve azim vermek gerektiğini
düşünen Mirliva (Tuğgeneral) İsmet Paşa (İsmet İnönü), dönemin Millî Eğitim
Bakanı Rıza Nur’a, Fransa Millî Marşı gibi millî duyguları harekete geçirecek bir
marşa ihtiyaç olduğunu söyler.
İsmet Paşa’nın bu isteği üzerine Millî Eğitim Bakanlığı, 25
Ekim 1920’de Hakimiyet-i Milliye gazetesine bir ilân vererek, bir millî marş
yarışması açıldığını duyurur. Yarışmada birinciliğe lâyık görülen esere, o
dönem için hayli yüksek bir meblâğ olan 500 lira ödül verilecektir.
“Şairlerimizin nazar-ı
dikkatine:
Milletimizin dâhili ve
harici İstiklâli uğrunda girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve terennüm için bir
İstiklal Marşı, Umur-u Maarif Vekâleti Celilesi’nce müsabakaya vazedilmiştir.
İşbu müsabaka, 23 Kanun-i evvel sene 1336 tarihine kadar olup bir heyet-i edebiye
tarafından gönderilen eserlerden intihap olunacak ve kabul edilen eserin
güftesi için beş yüz lira mükâfat verilecektir.
Ve yine laakal beş yüz
lira tahsis edilecek olan beste için bilahare ayrıca bir müsabaka açılacaktır.
Bütün müracaatlar, Ankara’da Büyük Millet Meclisi Maarif Vekâletine yapılacaktır.”
Gazetede yayınlanan ilân üzerine, 724 şair, yarışmaya marş
güftesi gönderir. Ancak yarışmaya katılanlar, genellikle amatör kabul edilen
şairlerdir. Aralarında, o dönemin tanınmış şairlerinden hiçbirisi yoktur. Ne
Abdülhak Hamit Tarhan, ne Cenap Şahabettin, ne Ahmet Haşim, ne Yahya Kemal, ne
de Mehmed Akif Ersoy…
Yarışmaya gönderilen 724 şiir içerisinden kayda değer olarak
görülen 6 şiir seçilir; ancak bu şiirler de beklenen edebî seviyede değildir.
Mehmed Akif Ersoy, yarışmaya katılmamıştır çünkü yarışmaya
500 lira ödül konmuştur ve Akif, adının para ile birlikte anılmasından, “şiiri
para ödülü için yazdı” denilmesinden endişe etmektedir. (Akif’in 1936 yılındaki
emekli maaşının 128 lira 20 kuruş olduğu düşünülürse, o yokluk yıllarında 500
liralık para ödülünün değerini tahayyül etmek kolaylaşır.)
Rıza Nur’dan sonra Millî Eğitim Bakanı olan; edebiyatı,
şiiri bilen, bir dönem kendisi de ciddiyetle şiirle meşgul olmuş, iyiyi kötüden
ayırt edebilecek bir edebî zevke sahip olan Hamdullah Suphi Tanrıöver, millî
marş olmaya lâyık bir şiiri, Mehmed Akif Ersoy’un yazabileceğini düşünür. Ancak
teklifinin Akif tarafından reddedilmesinden endişe ederek, bu teklifi iletmesi
için onun yakın dostu Hasan Basri Bey’den (Çantay) ricada bulunur.
Çantay’dan, Akif’in para ödülünden yana rahatsızlık
duyduğunu, yarışmaya bu sebeple katılmadığını öğrenir. Bunun üzerine, 5 Şubat
1921’de Akif’e şu kısa mektubu yazar:
“Pek Aziz ve Muhterem
Efendim,
İstiklâl Marşı için
açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok
tedbirler vardır. Zat-ı üstadanelerinin matlub şiiri vücuda getirmeleri,
maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asil endişenizin icab ettiği ne
varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıtasından
mahrum bırakmamanızı reca ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz
ve tekrar eylerim efendim.”
5 Şubat 1337 (1921)
Umur-u Maarif
Vekili Hamdullah Suphi
***
Bu mektup üzerine Mehmed Akif Ersoy, İstiklâl Marşı için yazdığı
şiiri, mektubun kendisine ulaşmasından bir gün sonra, 7 Şubat’ta Millî Eğitim
Bakanlığına teslim eder.
Akif, böyle bir şiiri sadece 2 günde yazmış olabilir mi?
Kültür Tarihçisi Yazar Beşir Ayvazoğlu, bu konuda şunları
söylüyor:
“Benim tezim, Mehmed Akif, 1912 yılından, yani “Hakkın Sesleri”
kitabındaki şiirleri yazmaya başladığı tarihten itibaren İstiklâl Marşı’nı
yazıyordu. Meselâ Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak gittiği Berlin’deyken,
Çanakkale’de olup bitenleri yakından takip ediyor, telgraflar vasıtasıyla ve
içi kan ağlıyor tabi. Ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette gözyaşı döküyor.
Arkadaşları anlatıyorlar bunu. Bazı arkadaşları diyorlar ki, “Teknik olarak
düşünülecek olursa, bizim Çanakkale’de galip gelmemiz mümkün değil.” Akif, “Olamaz!”
diyor. “Çelik zırhlı duvar karşısında bizim iman dolu göğsümüz var” diyor.
Berlin’de gördükleriyle Türkiye’yi karşılaştırdığı o Berlin Hatıraları’nın son
mısraları vardır. (O kısım) “Korkma” diye başlar. Altındaki tarih, 18 Mart
1915. Yani deniz zaferinin tarihi.
“– Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.”
diye devam ediyor. Sonunda;
“Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe sarsılmaz!”
diyor.
Bu, İstiklâl Marşı’nın ruhu, bana sorarsanız. Yani Mehmed
Akif, o günden itibaren ona hazırlanıyordu. Hatta yarışma açılınca da
muhtemelen, eğer bir teklif gelirse, endişeleri de giderilirse derhal takdim
etmek üzere o marş üzerinde çalışıyordu gibi geliyor bana. Söyleyeceği sözler
hazırdı; ama o 2 gün boyunca da bütün hücreleriyle İstiklâl Marşı’nı düşünüyor.
Hatta bir gün Taceddin Dergâhı’nda, rüyasında görüyor zannediyorum, birden bire
uyanıyor, kalkıyor, Taceddin Dergâhının duvarına
“Ben, ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”
mısralarını yazıyor.”
İstiklâl Marşı güftelerinin Meclisteki görüşmeleri sırasında
bazı tartışmalar da yaşanır. Oldukça demokratik, herkesin düşüncesini çekinmeden
dile getirebildiği bu müzakere ortamında, milletvekillerinden Besim Atalay, ısmarlama
şiirden millî marş olmayacağını söyler. Bazı milletvekilleri de, Akif’in
şiirini millî duyguları yansıtma gücü bakımından zayıf bulurlar.
Hamdullah Suphi Bey, Akif’in şiirini Mecliste okuduktan
sonra, şiir ayakta alkışlanır. Ayakta alkışlayanlar arasında Mustafa Kemal de
vardır. Tunalı Hilmi ise şiiri alkışlamaz, ayağa kalkmaz.
Müzakereler sonucunda Meclis, 2 milletvekilinin haricinde, oy
birliği ile denebilecek bir çoğunluk oyu ile Akif’in şiirini İstiklâl Marşı
olarak kabul eder. Bu oran, şiir üzerinde bir millî mutabakat sağlandığını
gösterir.
Beşir Ayvazoğlu, Mehmed Akif Ersoy’un şiirinin Mecliste
İstiklâl Marşı olarak kabul edilmeden önce, resmî gazete sayılan Hakimiyet-i
Milliye gazetesinin birinci sayfasında yayınlandığını belirterek, “Bu, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükümetinin işareti anlamına gelir. Yani ‘Biz bunu
istiyoruz.’ Çünkü resmî gazete gibi” diyor.
Akif’in şiiri, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlandığı
gün, Sebilürreşad gazetesinde de yayınlanmıştır.
Mehmed Akif Ersoy, İstiklâl Marşı yarışmasına ödül olarak
konan ve kendisinin kazandığı 500 lirayı, eşlerini kaybetmiş olan kadınlara ve
onların çocuklarına yardımda bulunan, onlara meslek öğreten ve cephedeki
askerlere kıyafet diken Darü’l Mesai Vakfı’na bağışlar.
Mehmed Akif Ersoy, “Kahraman ordumuza” ibaresiyle Türk
Ordusuna hitaben yazdığı İstiklâl Marşı’nın, kendi şahsî eseri olarak değil milletin
eseri olarak görülmesini istediği için, şiirlerini topladığı Safahat kitabına
dahil etmemiştir.
Mehmed Akif Ersoy, 1936 yılında İstanbul’da kendisini hasta
yatağında ziyaret eden arkadaşlarına millî mücadele dönemi ve İstiklâl Marşı
hakkındaki görüşlerini şu sözlerle dile getirmiştir:
“İstiklal Marşı... O günler ne samimi, ne heyecanlı
günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının ifadesidir. Bin bir fecayi
karşısında bunalan ruhların, ıstıraplar içinde halas dakikaları beklediği bir
zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha
yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri
görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır.
Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur.”
Akif, millî mücadelenin ne büyük zorluklarla kazanıldığını
ifade etmek için de, “Allah bu millete yeniden bir millî marş yazdırmasın”
demiştir.
İstiklâl Marşı’nın
bestelenmesi
Akif’in şiirinin İstiklâl Marşı olarak kabul edilmesinden kısa
bir süre sonra, marş için bir beste yarışması düzenlenir. Yarışmaya 24 beste
gönderilir ancak savaş şartlarında bu besteleri değerlendirebilecek yetkinlikte
bir jüri oluşturulamadığı için, bir değerlendirme yapılamaz. Seçim yapılması
için bestelerin Fransa’ya gönderilmesini teklif edenler olur. Akif’in
şiirindeki bazı ifadelere de tepki göstermiş olan Kâzım Karabekir Paşa, bestelerin
Fransa’da değerlendirilmesi teklifine sert tepki gösterir.
Bu sebeple İstiklâl Marşı, ülkenin çeşitli yerlerinde farklı
bestelerle okunmaya başlanır. Edirne’de Ahmet Yekta Bey’in, İzmir’de İsmail
Zühtü Bey’in, Ankara’da Osman Zeki Bey’in, İstanbul’da Ali Rıfat Bey ve Zati
Bey’in besteleri okunmaktadır.
1924 yılında Ankara’da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat
Çağatay’ın bestesini kabul eder. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930’da
değiştirilerek, dönemin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki
Üngör’ün 1922’de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe konur. Bu değişim kararına
dair resmî bir belgeye rastlanmamıştır.
Osmanlı döneminin ilk
millî marşları
Osmanlı İmparatorluğu’nda 2. Mahmud dönemine kadar bir millî
marş kullanılmıyordu.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla beraber, Mehteran bölüğü
de kaldırılmış, yerine Muzika-yi Hümayun kurulmuş, başına da İtalya’dan davet
edilen müzisyen Giuseppe Donizetti tayin edilmişti.
İlk millî marşı da Donizetti bestelemişti. “Mahmudiye Marşı”
ismiyle anılan Avrupaî tarzdaki bu marş, özel törenlerde, elçilerin
karşılanması sırasında çalınıyordu.
Donizetti, daha sonra Sultan Abdülmecid için de “Mecidiye
Marşı” bestelemiştir.
28 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin hizmetinde çalışan
Giuseppe Donizetti’ye 1841’de miralay (albay) ve daha sonra mirliva
(tuğgeneral) rütbesi ile “Paşa” unvanı verilmiş; hükümdarın kurduğu modern
ordunun bando teşkilatını ölümüne kadar yönetmiştir.
Fransızların millî
marşına karşı Itrî’nin tekbiri…
2. Mahmud döneminde çeşitli alanlarda eğitim görmeleri için Avrupa’ya
öğrenci gönderilmiştir. Fransız Millî Eğitim Bakanlığı, bir gün Fransız ve Türk
öğrenciler için yemekli bir program düzenler. Yemekte Fransız öğrenciler, ülkelerin
millî marşlarının okunması teklifinde bulunurlar. Fransız öğrenciler, kendi
millî marşlarını büyük bir heyecanla okurlar. Türk öğrenciler ise ne
okuyacaklarını bilemezler; zira o dönemde devletin bir millî marşı yoktur. Eğitim
görmesi için Paris’e gönderilmiş olan öğrencilerden Hoca Tahsin Efendi, kıvrak
zekâsı ile bir çare bulur. Buhûrîzâde Mustafa Itrî’nin bestesi olan ve dinî
bayramlarda okunan Tekbir’ini okumayı önerir ve Türk öğrenciler o muhteşem
besteyi hep birlikte okuduklarında Fransızlar dehşete kapılırlar. O kadar
etkilenirler ki, tekrar okunmasını isterler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder