Aklıma ilk önce Charles Dickens geldi. Tefrika halinde basılıp satılan romanı Mister Pickwick’in Serüvenleri’nden şaka değil, tam 40 milyon pound kazanmıştı. Borç yüzünden hapis yatan ailesini kurtarmak için yazarlık yeteneğini ticari zekasına katarak, edebiyat tarihine damgasını vurmuş en önemli yazardı. Sonra bir de Balzac vardı tabii. Onun kitaplarının hemen hepsi ekonomik kaygılarla, eve ve hayata para yetiştirmek için kaleme alınmış başyapıtlardı.
Peki, şimdi öylesine ortaya sormak isterim, şu geçim derdi dediğimiz şey olmasaydı yazarların başında, hayatın yükünü sırtlanmaktan bir an vazgeçip pamuklar içinde yaşayıp yaşatılsalardı eğer dilleri, kalemleri, edebiyat tarihi acaba nasıl etkilenirdi bundan? Cevap vermesi güç bir soru, evet. Belki nice şaheserler çıkacaktı ortaya belki de koskoca bir hiç, bilemeyiz tabii. Ama bu onlara karşı insani olarak üzülmemizi, yokluklarını, yoksunluklarını, açlıklarını paylaşmamamızı gerektirmez, hiç gerektirmez… Evet, Dickens en şanslı olanıydı, mucize gerçekleşmişti bir kere. Ama Balzac için ya da çevirip yüzünüzü bizim edebiyatımıza baktığımızda, bizim yazarlarımız için durum hiç de o kadar iç açıcı değildi. Karın tokluğuna değil, iç güveysinden hallice bile değil, nice yazarımız kimi zaman kendi isimleriyle, kimi zaman da takma adlarla, dönemin genel geçer havasına uygun nice tefrika roman kaleme aldılar. Enselerinde yayıncıların soluğu, alacaklıları kapıda, borç gırtlakta yazdılar yazdılar yazdılar… Çoğu boşaydı, boşunaydı, pek azı ise bugüne kaldı. Kemal Tahir işte bu azınlıktan biri.
Geçtiğimiz günlerde iki cilt halinde Özgür Günay tarafından
derlendi yazarın tefrika romanları. Derlemenin birinci cildi Biz Böyle
Delikanlılar Değildik. Bu ilk ciltte yer alan tefrikalar şunlar: Yedek Sevgili
(Karikatür, 11 Eylül 1947-23 Ocak 1948). Sevmek Hakkı (Yedi Gün, 24 Kasım 1947-
7 Temmuz 1949). Camı Kıran Çocuk (Hürriyet, 11 Ağustos 1949 -30 Ağustos 1949),
Sevenlerin Zaferi (Son Saat 16 Ocak 1950), Zoraki Nişanlı (Hürriyet, 12 Temmuz
1950- 17 Ağustos 1950), Bir Nedim Divanı’nın Esrarı, (Hürriyet, 12 Şubat
1951-23 Mart 1951).
Kemal Tahir 1938 yılında aralarında Nazım Hikmet’in de
olduğu bir grup sivil ve askerle beraber “donanmayı ayaklanmaya kışkırtmak”
suçundan tutuklanmış ve 15 yıl hapse mahkum edilmişti. İşte bu tefrika
romanlar, yazarın hapis yıllarında Sedat Simavi’nin isteği üzerine kaleme
alınmışlardı. 13 yıl hapis yatmıştı Kemal Tahir ve bu yazdığı tefrikalar
bugünün bakış açısıyla kimimize pek keyif vermeyecekse de, bu büyük yazarı,
hayata ve edebiyata bağlamıştı. Ve tefrika romanlar kaleme alarak geçen on üç
yılın ardında Kemal Tahir hapisten bir büyük yazar olarak çıkmıştı.
Aslında bir okuma oburu olarak, şartlar ne olursa olsun ben
kendi adıma edebiyatımızın yetkin kalemlerinden bir polisiye, bir macera ya da
aşk romanı okumak isterim. Bu tür romanlar ne kadar çalakalem, ne kadar sade
suya tirit, ne kadar ortalama gazete okuruna seslenecek şekilde yazılmış da
olsa, yazar illa ki bir yerlere saklanmıştır; kurguda, karakterlerde, hikayenin
atmosferinde kendini ufak ufak fark ettirecektir. Özgür Günay da Kemal Tahir’in bu acemilik
dönemi romanlarını incelerken aynı izlenime kapılmış: “On iki yılda birçok
roman yazmayı başaran Kemal Tahir’in tefrika edilen romanlarında iki yaklaşım
dikkat çeker: 'Büyük' romanlarındaki karakterlerine ısınma turları attırması ve
popüler kültürün yapay mutluluk vaatlerine kaptırılmayacak biçimde, toplumsal
meselelerin zamana ve bireylere yedirilerek, köşeye sıkışmış insanın varoluşunu
aktarmaya çalışması.” Kemal Tahir ne yazarsa yazsın, toplumsal meselelerin,
köşeye sıkışmış insan ruhunun yazarı…
Tefrika romanları unuttuk hanidir. Yerlerini çoksatar
romanlarla ve dizilerle dolduruyoruz, bir sıkıntımız yok. Ancak hepimiz topluca
içine alan sosyal medya ortamı edebiyatı da dışlamıyor tabii. Onu da için için
şekillendiriyor kendine göre. Bu ortamda hikayelerin kahramanlarının yerini bir
kahraman olarak yazarın kendisi alıyor ister istemez. Zira 140 karaktere
sığdırılan düşünceler alanında, kim ya da ne olursanız olun ancak
takipçileriniz kadar var oluyorsunuz. İşte kanımca tam bu noktada, elbette
başka etkenleri de göz ardı etmemek kaydıyla, yeni bir yazarlık kimliğinin
oluşmaya başladığını gözlüyoruz. Yoksa kim twit twit roman, öykü, şiir yazmak
ister ki? Üstelik, yani en azından şimdilik, tefrika romanlar kadar bile maddi
getirisi yokken bu işin.
Pek çok yazar sıralayabiliriz daha şimdiden sosyal medya
ortamlarında roman yazan, yazmaya başlayan. Demek ki diyorum kendi kendime,
tefrikanın, tefrika etmenin de garip bir büyüsü var. Okur beğenisi denilen ve
yazım sürecinde yazara eşlik eden o büyük, derin boşluk, sanki tefrika ederken
doluyor, yerini sanal olduğu kadar kanlı canlı, aktif bir doluluğa bırakıyor.
Yazarın beslenme şekli, yazarken çektiği çilenin, endişenin mahiyeti değişiyor.
Öyleyse edebiyat da değişiyor... Tahir’in tefrika romanlarıyla diğer romanları
arasındaki fark, işte bu değişime dair bir fikir verecektir ister istemez,
hepimize…
Biz Böyle Delikanlılar Değildik’teki Bir Nedim Divanı’nın
Esrarı romanı, Kemal Tahir’in yayımlanma olanağı bulan ilk polisiyesi olarak
nitelendirilir. Sevmek Hakkı, Camı Kıran Çocuk, Zoraki Nişanlı’nın da polisiye
romana yaklaşan yapıtlar olduğu kabul edilir. Kemal Tahir’in polisiye ile diğer
yakınlığı ise “F. M. İkinci” adıyla kaleme aldığı dört Mike Hammer öyküsü.
Örneğin Erol Üyepazarcı, Kemal Tahir’in “F.M. İkinci” imzasıyla yazdığı Ecel
Saati romanının önsözünde (İthaki Yayınları, 2006) bu öyküleri özgün Mike
Hammer romanlarından daha başarılı bulduğunu kaydeder; şu satırların
altını, Mickey Spillane’in yarattığı Mike Hammer’ın düşünemeyeceği hususlar
olarak çizer:
“Dostum saydığım bir insan, bazı hadiselerin tahlilinde
canavar kesiliyor, bazı hadiselerin ışığında melek olup kanatlanıyor.
Düşündükçe tahlil zorluğunun savaştan geldiğini anladım. Hep ölmeyi veya hep
öldürmeyi düşünmüştük. Mümkün mertebe daha çok öldürmeyi. Bu böyle senelerce
sürüp gitmişti. Senelerce durup dinlenmeden, uykuda, uyanıklıkta, ayıkken,
sarhoşken hep ölüm… Kendimiz de farkında olmadan insan gibi yaşamayı unutmuşuz.
Kıstırılmış hayvan gibi olmayı adeta tabiî görmüşüz. Buna kim bilir ne kadar
zor alıştık; alışmaya başladıktan sonra ruhumuzda kim bilir neler, nasıl
değişti.”
(Sabitfikir, Haziran 2013)
(Sabitfikir, Haziran 2013)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder